Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu

8 Aralık 2012 Cumartesi

Lozan

Lozan... İsviçre'de en çok bulunmak istediğim şehirdeyim nihayet. Türkiye'yi Türkiye yapan anlaşma bu şirin İsviçre kentinde imzalanmış 1923 yılında. Tarih kitaplarının zorlamasıyla da olsa hepimiz biliriz bu şehri. Gidince anladım ki; bilmek yetmezmiş, gidip görmek gerekirmiş.

Lozan, Léman Gölü kıyısındaki onlarca şehirden biri. Nüfusu 136 bin dolaylarında. Çevresindeki belediyelerle birlikte 350 bine yaklaşıyor. İçinde bulunduğu Vaud kantonunun başkenti. İsviçre’nin Fransızca konuşulan bölgesinde yer alıyor. Şehrin kendi havalimanı yok. En yakın havalimanı Cenevre’de. Cenevre – Lozan arası trenle yaklaşık 45 dakikada alınıyor. Roma, Milano, Venedik ve Paris kalkışlı tren seferleri de var. Biz özel aracımızla Cenevre’den hareket ettik. 65 kilometrelik yolun yarısını otoyol kullanarak, yarısını göl kenarında gelerek yaklaşık 1 saatte aldık. Şehre girer girmez bizi boğucu bir trafik karşıladı. Gördüğümüz ilk otoparka arabamızı bırakıp kendimizi yollara vurduk. İlk işimiz turizm ofisinden harita almak oldu. Tren garında ve göl kıyısındaki Ouchy semtinde olmak üzere 2 adet turizm danışma ofisi var.

Lozan yokuşlar ve merdivenler şehri. Neredeyse İstanbul’la yarışır. Bu kadar güzel merdivenlerle herhâlde çok nadir karşılaşılır. İnsanın çıktıkça çıkası geliyor! Mimari özellikler olarak pek benzemese de bana Cihangir’in, Pürtelâş’ın, Fındıklı’nın, Karaköy’ün sokaklarını ve merdivenlerini anımsattı Lozan’ın yolları. 
  
Lozan Katedrali
Haritamızı aldığımız gibi Grand-Pont dedikleri Büyük Köprü’den geçiyor ve yokuşlar çıkarak Cité semtine gidiyoruz. Şehrin katedrali burada bulunuyor. 13. yy’dan kalma gotik bir yapı. İsviçre’nin en büyük mabediymiş. Gerçekten de İsviçre’de gördüğüm en büyük ve en güzel katedral Lozan Katedrali’ydi. İçindeki vitraylar ve org görülmeye değer. İçi kadar dışı da etkileyici süslemelerle bezenmiş. Katedralin hemen yanıbaşında ise eskiden din adamlarının kaldığı bir bina var. Bu bina bugün Lozan Tarih Müzesi olarak hizmet veriyor. Katedralin birkaç sokak ötesinde ise Saint-Marie Şatosu bulunuyor. 15. yy’dan kalma bu bina inşa edildiğinde, din adamları kaldıkları diğer binayı terk ederek burada yaşamaya başlamışlar. Bence hiç de haksız sayılmazlar. Saint-Marie Şatosu mimari olarak çok güzel bir yapı. İki renkli taşlarla âdeta insanların bakmaktan zevk alması için incelikle yapılmış. Şato günümüzde kamu binası olarak hizmet veriyor. Vaud Kantonu bu binadan yönetiliyor. Ziyarete açık mı diye soracak olursanız, çalışma saatleri içinde herhangi bir vatandaş gibi elinizi kolunuzu sallayarak girmeniz mümkün. En azından merdivenleri, koridorları ve bekleme salonlarını görebilirsiniz. Emin olun buna bile değer.


Saint-Marie Şatosu


Bu yapıların hepsi katedralin çevresinde bulunuyor. Şehre hâkim bir tepe üzerine kurulan katedralin avlusu da bir o kadar güzel manzaralar sunuyor. Bol bol fotoğraf çekinmenizi öneririm. İşiniz bittikten sonra ise kesinlikle ve kesinlikle Marché merdivenlerini kullanarak aşağı inin. Katedralin avlusundan başlayarak Palud Meydanı’na inen bu tarihî merdivenlerin bitmesini hiç istemeyeceksiniz. Palud Meydanı küçük ama çok renkli bir mekân. Lozan Belediye Başkanlığı binası burada bulunuyor. Çiçeklerle bezenmiş, eski ve şirin bir bina. Meydanın orta yerinde ufak ama göze hitap eden bir havuz var. Meydan her daim hareketli ve renkli bir nokta. Trafiğe kapalı. Dahası, yayalaştırılmış pek çok cadde bu meydana açılıyor. Bu caddeler arasında bir nevi geçit görevi görüyor. 

Palud Meydanı'na çıkan bir cadde
Meydanın renkli olduğunu söylemiştim. Biz oraya vardığımızda kulağımıza çalınan bildik akordeon, darbuka ve keman ezgileri bunu doğrular nitelikte. Biraz daha yaklaşıp kulak kabarttığımızda Osman Aga türküsünü çalıp söyleyerek insanları eğlendiren bir grupla karşılaşıyoruz. Türkiye göçmeni Roman vatandaşlarımız ekmeklerini burada aramak için kalkmışlar Lozan’a gelmişler. Çaldıkları ezgi soğuk İsviçre için çok yabancı ama bu Balkan müzikleri ölüyü bile oynatır. Göbek atan Türk turistlerin neşesine kimi İsviçreliler de ortak oluyor zaman zaman. Kimi ise ufak bir metelikle ödüllendiriyor müzisyenleri.

Palud Meydanı’nda işimizi bitirip sabırsızlıkla görmeyi en çok istediğimiz yer olan Rumine Sarayı’na doğru yürümeye başlıyoruz… Bir Rus prensi tarafından yapılan yüklü bir bağışla inşa edilen bu saray Lozan’ın en güzel binalarından. Adının saray olduğuna bakmayın, içinde şimdiye dek ne bir kral, ne de bânisi olan prens yaşamış. Yapıldıktan sonra bir süre üniversite olarak hizmet vermiş. 1980 yılında yer darlığı nedeniyle üniversite yeni yerleşkesine taşınmış. Bina boş kalmamış tabii. Bugün Vaud Kantonu’nun parlamentosuna, Lozan Üniversitesi’nin 3 ana kütüphanesinden birine ve 5 müzeye ev sahipliği yapıyor. Bunlar: Güzel Sanatlar Müzesi, Arkeoloji ve Tarih Müzesi, Para Müzesi, Lozan Jeoloji Müzesi ve Zooloji Müzesi. Özellikle en üst katta yer alan Zooloji Müzesi’nde uzun vakit harcayacağınızdan eminim.  Meşhur Lozan Antlaşması’nın imzalandığı yer de burası. İsmet İnönü’nün de bu merdivenlerden nasıl bir ruh hâliyle çıkmış olduğunu, antlaşmadan sonra bizimkilerin nasıl sevinçle indiğini hayal ettim. Acaba bu koca salonlardan hangisinde atılmıştı imzalar… Sormayı çok istesem de muhatap bulamadım. Rumine Sarayı’ndan ayrılmam çok zor oldu…


Lozan Antlaşması'nın imzalandığı Rumine Sarayı


Lozan’ın merkezi göl kıyısına oldukça uzak. Metroya binmek şart gibi. Göl kıyısındaki Ouchy semtine inmeden önce haritamızda işaretlediğimiz ama bir türlü yakınından geçemediğimiz için göremediğimiz birkaç yapıyı daha görmeye karar verdik. Ale Kulesi. Bizim Galata Kulesi gibi, yapıların arasına sıkışmış kalmış, bir zamanlar şehri koruyan surların yegâne kalıntısı. Kapısında kocaman bir zincir, ziyarete kapalı. Hoş açık olsa da gözlem yapacak balkonu yok. Çok sade, 20-30 metre yüksekliğinde bir yapı. Yeni şeyler görmek güzel ama yolumuzu değiştirip buralara kadar geldiğimize değdi mi; o tartışılır. St. François ve Notre Dame Katolik kiliseleri de görülmese de olacak cinsten, yalın ve süssüz iki tipik İsviçre mabedi. Yalnız St. François Kilisesi’nin önündeki St. François Meydanı iş çıkış saatine denk geldiğimizden midir bilmem böylesi küçük bir şehirden beklenmeyecek kadar kalabalıktı. İnsan kalabalığını zar zor yararak aracımızın bulunduğu otoparka ulaştık. Merkezden biraz uzaklaşıp, göl kıyısındaki semtlere gideceğiz.


Ale Kulesi
Ouchy’ye varıyoruz. Hani yine şu tarih derslerinden hatırlayacağınız ve sonucunda Trablusgarp, Bingazi ve Oniki Adaları elden çıkardığımız meşhur Uşi Antlaşması adını Ouchy semtinden alıyor. Ouchy’nin görülmesi gereken belli başlı binaları var. Bunlardan ilki Ouchy Şatosu. 1100’lü yıllardan beri yerinde bir şato olduğu kayıtlarda geçiyormuş. Yıllar boyunca yıkılıp yeniden yapılmış. En son bir zengin, eski şatoyu (bazı bölümlerini koruyarak) tamamen yıkmış ve yerine otel yaptırmış. Yapı günümüzde hâlâ otel olarak hizmet veriyor. Uzaktan resim çekmekle yetindik ve Olimpiyat Müzesi’ne doğru yol aldık.  

Olimpiyat Oyunları’nı yeniden insanlığa kazandıran Baron Pierre de Coubertin, 1915 yılında Lozan’ı Olimpiyat başkenti olarak seçmiş. Günümüzde Uluslararası Olimpiyat Komitesi hâlen Lozan’da yer alıyor. Tüm Olimpiyat dallarının yönetim birimleri; bunun yanısıra 44 uluslararası spor organizasyonu ve federasyonu genel merkezlerini Olimpiyat başkenti Lozan’da kurmayı uygun görmüş. Anlayacağınız dünya sporunun kalbi Lozan’da atıyor. 

Türünün ilk ve tek örneği olan bir Olimpiyat Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor Lozan. Müze ne yazık ki 2014 yılına değin onarımdaymış. Biz göremedik. Umarım siz gittiğinizde kapılarını tekrardan ziyaretçilerine açmış olur.

Son olarak göl kıyısı boyunca uzunca bir yürüyüş yaparak Ouchy gezintimizi de noktalıyoruz. Ouchy Lozan’daki son durağımız oluyor. Sauvabelin Gölü ve Sauvabelin Ormanı’nın methini çok duysak da hiç vaktimiz kalmadı. Meraklısı için kısaca açıklamak isterim, Sauvabelin Ormanı şehrin göbeğinde, çok değerli bir alan. Bünyesinde asırlık ağaçlar ve pek çok canlı barındırıyormuş. İçindeki yapay göl ise seyirlik manzaralar sunuyormuş. Kışın gölet donarmış, Lozanlılar da maaile gelip donmuş göl yüzeyinde kayarlarmış. Ormanın kuzey girişinde Vivarium dedikleri, görmeyi çok istediğim bir de hayvanat bahçesi/müze var. Yalnızca sürüngenlere adanmış bu parkta hayvanlar, doğal yaşam alanlarına en yakın biçimde dekore edilmiş bölmelerde sergileniyorlarmış. Timsahlar, yılanlar, kertenkeleler, kaplumbağalar ve örümcekler arasında birkaç saat geçirmek eminim harika olacaktır! Ama dediğim gibi hiç vaktimiz kalmadı. Gezi planı şaşmamalı. Yola koyulmak gerek. Montrö bizi bekliyor.   

4 Aralık 2012 Salı

Lihtenştayn


Yalnızca Türkiye halkının değil, Avrupalıların da adını sanını duymadığına bizzat tanık olduğum minicik ülke Lihtenştayn’dayım. Ülke derken hicap duyuyorum. 160 kilometrelik yüzölçümü ile Manyas Gölü’nün kapladığı kadar bir alan kaplıyor. Nüfusu 35 bin dolaylarında. Vatikan, Monako, San Marino, Malta ve Andorra ile birlikte Avrupa’nın 6 mikrodevletinden biri. İsviçre ve Avusturya arasına sıkışmış, denize kıyısı olmayan bir kasaba. Pardon ülke! Yönetim biçimi: anayasal prenslik!

Peki Lihtenştayn'a nasıl gidilir? Lihtenştayn’da havalimanı yok tahmin edebileceğiniz gibi. Demiryolu ise ülkeye gelebilmek için çok tercih edilmeyen bir seçenek. Avusturya’nın Feldkirch kentinden günde birkaç tren kalkıyor. İsviçre üzerinden geliyorsanız şayet, Sargans’tan daha sık aralıklarla tren bulma şansınız var. Ancak ülkeyi komşularına bağlayan en yaygın araç otobüsler. Her yerde vızır vızır işleyen otobüsler görmeniz mümkün. Ülkelerarası belediye otobüsü işletiliyor bir nevi!  

Lihtenştayn’ın küçüklüğü insanı hayrete düşürüyor. Güney yönünden kendi aracımızla ülkeye giriş yaptık. Çok geçmeden başkent Vaduz’a vardık. Zaten ülke öylesine küçük ki boydan boya arabayla geçmek isteseniz gideceğiniz yol hepi topu 30 kilometre bile değil. Yol üstünde birkaç yapı görmeye başlıyoruz, şehre girmiş olmalıyız. Çok geçmeden bir katedral çıkıyor karşımıza. Anlıyoruz ki merkeze vardık. Hemen aracımızı bir kenara çekip keşfe başlıyoruz. Ülkenin en büyük mabedinden başlıyoruz ziyarete. İçerinin sadeliği can sıkıcı. Başkentin en büyük kilisesi hiç bu kadar sade olur mu? Fotoğraf bile çekmeden çıktık sanırım. O kadar büyük bir fiyaskoydu ki…

St. Florin Katedrali, Vaduz

Katedrali bırakıp görecek yeni şeyler aramaya koyulduk. Üzerinde bulunduğumuz cadde, zaten şehrin kalbinin burada attığını söyler gibiydi. Fazla düşünmeden yolu takip edip yürüyoruz. Hemen sağda, katedralin yanıbaşında Hükûmet Binası var. Onun da yanıbaşında yeni inşa edilmiş, Parlamento Binası var. Şehir öylesine küçük ki, her şey katar gibi birbiri ardına dizilmiş. Hemen onun yanıbaşında ise Landesmuseum dedikleri ulusal müzelerini bulacaksınız. İçeride Lihtenştayn’ın kültürel ve ulusal değerlerinden örnekler teşhir ediliyor. Girişler oldukça uygun ve yanlış anımsamıyorsam 20.00’ye kadar açık. Lihtenştaynlılar oldukça çalışkan!

Hükûmet ve Parlamento binaları

Müzeden çıkıp devam ettiğinizde, bu kez Liechtenstein Center ile karşılaşacaksınız. Ülkeyle ilgili kartpostal, pul, hediyelik, magnet, harita ve turistik bilgilere buradan ulaşıyorsunuz. Özellikle filateli meraklılarının gözünde çok makbul olan Lihtenştayn posta pullarını burada bulabilirsiniz. Eğer pul koleksiyonu yapan bir tanıdığınız varsa buradan alacağınız bir paket pul ile onu çok mutlu edebilirsiniz. Ben de değer verdiğim tüm dostlarıma ve aileme Lihtenştayn’dan kart attım. İtalya’dan, İspanya’dan, İngiltere’den emin olun herkes kart atabilir ve alabilir. Ama Lihtenştayn gibi bit yerden kart atmak da, kart almak da bence bir ayrıcalık! Siz de unutmayın! Pul başına yaklaşık 1 avro gibi bir fiyat ödedik. Postane hemen karşıda, doğruca gidip postalıyorsunuz. Postane de yanılmıyorsam 19.00’a kadar açıktı. Lihtenştaynlıların çalışkan insanlar olduğunu söylemiştim! (Yurtdışından kart atmakla ilgili rehber niteliğindeki yazımı okumak için bir tık lütfen!)

Şehrin ana aksı boyunca ilerlemeye devam ediyoruz. Vardığımız yer Städtle dedikleri anacadde. Dükkânların, mağazaların, restoranların olduğu çağdaş görünümlü bir yer. Belediye binası ve Kunstmuseum dedikleri çağdaş sanat müzesi de bu cadde üstünde. Genelde geçici sergilere evsahipliği yapıyormuş. Bunun yanında Lihtenştayn Prensi’nin özel koleksiyonundan nadide eserler de bu müzede sergileniyor. Biz girmemeyi tercih ettik.

Elimdeki kâğıt Lihtenştayn haritası ve haritada evler bile görünüyor :)

Aslına bakarsanız Lihtenştayn bundan ibaret. Lihtenştayn'da görecek pek fazla şey olduğu söylenemez. Geri kalan her yer ev, tarla ve bağ. Ülkenin başkenti Vaduz olsa da, en büyük kenti Schaan. Schaan’da görülecek bir şeyler vardır umuduyla atlayıp gidiyoruz; ancak yerleşimden başka bir şey yok maalesef. Unutmadan bahsedeyim, neredeyse her başınızı kaldırdığınızda gözünüze çarpan tepedeki o güzel şato, ziyarete açık değil; zira Lihtenştayn Prensi hâlihazırda o şatoda yaşıyor.  Yanına kadar çıkıp, çevresinde dolaşmak mümkünmüş ama madem ziyarete kapalıymış, çıkmak hiç içimizden gelmedi. İllâ ki şato görmek isterseniz, Balzers köyünün ortayerinde bir yükselti üzerine inşa edilmiş eski ve yalın bir şato bulunuyor. Uzaktan gözümüze çok sade geldiği için, buraya da girmek istemedik. Böylece Lihtenştayn gezimizi sonlandırdık. Ülkede konaklama ateş pahası olduğu için hava kararır kararmaz arabamıza atlayıp bir sonraki durağımıza doğru yola koyulduk. 

29 Kasım 2012 Perşembe

Montrö


Okul sıralarından geçmiş her Türk vatandaşının, mutlaka Montrö’yü duymuşluğu vardır. Türkiye’ye Çanakkale ve İstanbul boğazları üzerindeki egemenlik haklarını iade eden meşhur sözleşme 1936 yılında bu küçük şehirde imzalanmış. Biz de İsviçrelere kadar gitmişken gidip gördük…

Aslında İsviçre gezimiz içinde Montrö’yü düşünmemiştik. Yola çıkmadan çok kısa bir süre önce, bir arkadaşımız Chillon Şatosu’nu görmeden dönmenin büyük kayıp olacağına bizi ikna etti. Salt bir şato uğruna Montrö’yü de araya sıkıştırmaya karar verdik. Bizi böylesine alâkadar eden sözleşmenin de burada imzalanmış olmasının, şehri bize biraz daha sevimli kıldığını itiraf edeyim.

Montrö, Léman Gölü kıyısında, ulu bir dağın eteklerinde kurulmuş 25 bin nüfuslu küçük bir şehir. Şehir demeye de dilim varmıyor. Daha ziyade gelişmiş bir kasaba desem doğru bir tanım yapmış olurum. Vevey ve Villeneuve adında, kendisi gibi küçük iki diğer belediye arasında yer alıyor. İsviçre'nin Fransızca konuşulan kesiminde bulunuyor ve Fransızca adı Montreux. Ben Türkçeye Montrö biçiminde yerleştiği için böyle yazmayı yeğliyorum.

Montrö’ye ulaşım kolay sayılır. En yakın havalimanı Cenevre’de. Montrö-Cenevre arası ise 85-90 km. İstanbul da dâhil olmak üzere dünyanın dört bir yanından havayoluyla ulaşım mümkün. Peki İsviçre içinden Montrö’ye nasıl ulaşılır? En akıllıca seçim, kuşkusuz demiryolu. Lozan ve Cenevre’den doğrudan düzenli tren seferleri var. Diğer kentlerden de aktarma yapmak koşuluyla kolaylıkla Montrö’ye varabilirsiniz. Biz Vevey yönünden özel aracımızla geldik. Girer girmez bizi küçük bir kilise ile görkemli Grand Hotel Suisse karşıladı. Şehrin anacaddesi sayılabilecek Grand Rue’yü takip ettiğinizde tam anlamıyla merkeze varmış oluyorsunuz. Grand Rue'nün bittiği yerde Casino Bulvarı başlıyor. Zaten yolun adı kumarhanenin çok da uzak olmadığını açıkça ilan ediyor. Kumarhane bu caddeye açılan sokakların birinde bulunuyor. Bu caddeden sonra yerleşim de canlılık da azalıyor. Bir bakıma Montrö bitiyor. Cadde üzerinde, daha doğrusu şehir içinde, görülmeye değer hiçbir şey yok. Kimilerinin mimarisini beğendiği kapalı bir pazaryeri ve şehrin kilisesi belki sizin de ilginizi çekebilir. Bizim için Montrö bu açıdan pek tatmin edici olmadı. Montrö’nün çarşısını çok cansız bulduğumuzdan; akşam yemeğimizi Vevey’de  yemeye karar veriyoruz. Böylece Vevey’ye de kısa bir ziyarette bulunmuş oluyoruz. Yarın sabah saat 10.00’da Chillon Şatosu açılır açılmaz, 30-40 dk şöyle bir ziyaret edip, Bern’e doğru yola çıkacağız.

Erken yattığımız için sabahın köründe açtık gözlerimizi. Kahvaltı için anacaddeden biraz uzaklaşıp içerilere girelim dedik. Ne isabetli bir karar! Asıl Montrö, yani eski kent merkezi, kıyıdan içerideymiş meğer. Epeyce dik yokuşlar çıkıp tepeye vardığımızda biraz yorgun ama sonuçtan memnunuz. Tek tek bina olarak ele aldığınızda hiçbir özelliği olmayan; fakat bir araya geldiklerinde muhteşem bir kompozisyon oluşturan şirin evler var. Kahvaltı için enfes manzaralı küçük bir kafeye giriyoruz. Aşağıdan korkunç görünen bu dağlar birden sevimli gelmeye başlıyor. Daha ne kadar tırmanabiliriz diye soruyor ve bu kez arabaya atlayıp ‘yol nereye biz oraya’ diyoruz.

Kahvaltı ettiğimiz kafeden Montrö'nün görünümü ve arkada Léman Gölü
Yol enfes yerlere götürdü bizi gerçekten. Yılan gibi kıvrılan yolları korka korka çıktık. Doğu Karadeniz’e ne zaman gitsem o yayla yolları beni dehşete düşürürdü. Burada bunu 4 ile çarpın; hayal edin. Ya da iyisi mi gidin gözlerinizle görün! Git git, ilkin Glion adında bir köye vardık. Müthiş bir göl manzarası. Köyün kilisesi dışında görülecek bir şeyi yok. İlginç olan ise 1920’lerin başında yapılmış füniküler ile dağ köyünün kıyıya bağlanıyor olması. 2012 yılında hâlâ Bursa, Antalya gibi kentlerimiz bile demiryoluna sahip değilken, belki 100 kişinin yaşadığı bu köyün neredeyse bir asır önce bu ‘lükse’ kavuşması gerçekten kaderin bize garip bir oyunu olsa gerek.  

Glion’da yeterince büyülendik, saat yavaş yavaş 10.00’a geliyor, Şato açılacak yola koyulacağız… Ama dağların davetine karşı koymak ne mümkün. Biraz daha çıksak kime ne zararı var? Çıkarken tepelerde bir yerde şatoya benzer bir yapı görmüştük. Onun yanına kadar çıkmaya sonra geri dönmeye karar verdik. Meğerse orası şato değil, dünyanın en ünlü turizm ve otelcilik okullarından biri olan GIHE imiş. (Glion Institute of Higher Education) . Hemen arkasında ise Caux köyü yer alıyor. Harika manzara hâlâ bizi büyülüyor. Sorduk öğrendik, Caux köyü sonmuş, daha öteye yol gidermiş ama hiçbir yerleşim yokmuş. Caux’da bol bol fotoğraf çektikten sonra yavaş yavaş aşağı iniyoruz.

Glion-Caux yolunda bulutlar her an size güzel sürprizler hazırlayabilir.
Doğruca Chillon Şatosu’nun yolunun tutuyoruz. Montrö’nün merkezinden şatoya ulaşmak araçla 5 dakika, otobüsle 10 dk, yürüyerek 45 dakika kadar. Aslında şato Montrö’de değil, Veytaux adında bir başka köyde. Bulunduğu köy nere olursa olsun; şato öyle bir noktaya inşa edilmiş ki, güzelliğine hayran kalmamak elde değil.

Şato İsviçre’nin simgelerinden ve en çok ziyaret edilen yerlerinden biri. Avrupa’da doğu-batı doğrultusundaki ticaret yolları buradan geçtiği için, şato denetim açısından bir nevi gereklilikmiş. Bu nedenle stratejik öneme sahip bu noktada, kocaman yekpare bir kayanın üzerine ilk taş konmuş. Savoy dükleri 16. yy’a kadar burada yaşamış. Her gelen şatoya bir bölüm daha eklemiş. Kavlar, mahzenler, şapeller, ambarlar, yatak odaları, yemek salonları hatta Cenevreli rahip François de Bonivard’ın zincire vurulduğu zindan… Hepsini anlatmaya kelimeler yetmez. Mutlaka gidilip görülmeli. Hiç kuşkusuz yatak odalarının içinde ya da yanıbaşında yer alan “eski usûl” tuvaletler çok ilginizi çekecek. Onlarca metre yüksekten, doğruca gölün içine doğru ihtiyaç gideren bu insanlar, kışın acaba hiç üşümüyorlar mıydı?

Chillon Şatosu
Dışarıdan bakınca küçücük görünse de, Chillon Şatosu’nun içi bambaşka bir dünya. Gerçekten de rotamızı değiştirip buraya geldiğimize değmiş. Görmeden gitsek çok şey kaçırmış olacaktık. Bu arada biz şatoyu 30-40 dakikada gezip Bern’e doğru yola mı koyulacaktık? Süper hızlı tempomuza rağmen çıktığımızda 3 saat geride kalmıştı. Siz siz olun, geniş bir zamanınızda gidin görün. Şatonun kapanış saati yaz sezonunda 19.00. Kapanış saatine 1 saat kala dışarıdan yeni ziyaretçi girişine son veriliyor. Girişler tam 12; indirimli 10 frank olarak ücretlendirilmiş. Ek ücret karşılığında sesli elektronik rehberlerden alabilirsiniz. (Avroyla ödeme de kabul ediliyor ama İsviçre'de tüm alışverişlerinizde frank kullanmanızı öneririm) Gişeden ayrılırken güleryüzlü gişe görevlileri gezi için gerekli şato planı ve broşürleri ise size ücretsiz verecek.

Chillon Şatosu’nun da geride kalmasıyla birlikte Montrö maceramıza noktayı koyduk. Derhâl yola koyulup bambaşka bir serüvene dümen kırıyoruz. Ver elini Bern…

9 Kasım 2012 Cuma

Montpellier


Montpellier, Akdeniz kıyılarından 8-10 km içeride yer alan kendi hâlinde bir şehir. Pek çoğumuz aynı adlı futbol kulübü sayesinde bu şehri duymuşuzdur. Bir haftasonu sıkıldık, kalktık Montpellier'yi görelim dedik. Yediğimiz içtiğimiz bizim olsun, gördüklerimizi anlatalım!

Şehrin uluslararası bir havalimanı var Paris’ten, Londra’dan, Brüksel’den düzenli uçuşlar yapılıyor. Ama biz Tuluz üzerinden trenle geçmeyi tercih ettik. İki katlı hızlı trenimize atladık, 50 dakikalık istisnaî bir rötarla yola koyulduk. Hızlı tren lafına siz aldanmayın hemen. Bölgesel trenlerle aynı yolu kullandığı için hızlı trenler bu hatta hızlı gidemiyor. 200-225 km’lik bir yolu normal koşullarda, rötarsız, 2 saat 15 dakikada alıyor trenler. Montpellier’ye yaklaşırken açılır-kapanır köprü gemilerin geçmesi için bir süre kullanım dışı bırakıldığından bir 35 dakika daha bekledik. Bu olay sık sık yaşanıyormuş. Trenle gidecek olursanız, sizi de bulması mümkün!

Çok da görkemli olmayan bir garda trenimiz durduğunda, kötü bir sürpriz olarak bizi yağmurlu bir hava karşıladı, içeri buyur etti. Gardan çıktığımızda bir tramvay yolu yumağıyla karşılaştık. Her yerden, her yönden tramvaylar geliyordu. Bir an tramvayların depo sahasına mı geldik diye düşündüm. Elime şehir haritası geçince gördüm ki şehirde 4 farklı tramvay hattı var ve hepsi Gar durağında kesişiyor. Anlayacağınız Montpellier tramvaylarında her yol Gar’a çıkıyor.

St. Roch Garı


Otelimiz şehir merkezinde, gara 500 metre uzaklıkta olduğu için yürümeyi seçtik. Yerleştikten sonra yağmura rağmen çıkıp dolaşmaya karar verdik. Şehrin merkezi olarak sayabileceğimiz Komedi Meydanı’na (Place de la Comédie) geldiğimizde şehir için ilk “fena değil” yorumu geldi. Geniş mi geniş, fırdolayı kafe ve restoranlarla çevrili şık bir alan. Orta yerinde şehrin simgesel yapıları arasında gösterilen hoş bir havuz bulunuyor. Bu havuz ve tarihî operaevi tam önünde resim çekilmelik. Enlemesine, meydanda yürümeye devam ettiğinizde L’Esplanade dedikleri,  geziye varıyorsunuz. Buranın yanıbaşında bir Turizm bürosu var, ücretsiz şehir haritası ve broşürler edinebilirsiniz. Gezinin sağ yanında bir botanik bahçesi (Jardin du Champ du Mars); sol yanında çok iyi bir müze olan Fabre Müzesi; en ucunda ise Corum dedikleri yeni operaevi ve kongre merkezi var. Yeri gelmişken söyleyeyim, operaevinin arkasındaki tramvay durağının hemen yanında küçücük bir de arkeoloji parkı var. İçinde 13. yüzyıldan kalma birkaç tarihî kilise duvarı kalıntısı barındırıyor.

Hazır buraya kadar gelmişken ben Fabre Müzesi’ni katiyetle görmenizi salık veriyorum. Zengin bir resim ve heykel koleksiyonuna sahip. Fransa’nın en iyi güzel sanat müzeleri arasında gösteriliyor. Bunun yanısıra geçici sergilere de evsahipliği yapıyor. Biz bir otel sergisine denk geldik. Geçmişte Montpellier’nin en lüks otelinde kullanılan mobilya, mutfak/yemek araç-gereçlerini görünce bugün şatafat ve lüks kavramından ne kadar da uzaklaştığımızı gördüm. Umut edilir ki siz uğradığınızda da hâlâ orada olur o sergi.

Komedi Meydanı

Komedi Meydanı çevresinde işimiz bittiğine göre biraz şehrin sokaklarında turlayalım. Öncelikle şunu belirteyim ki şehrin çekirdeğini teşkil eden tarihî merkezi tümüyle yayalaştırılmış. Gönül rahatlığı ile oraya buraya bakarken karşıdan karşıya geçebilirsiniz. Komedi Meydanı'na çıkan yollardan birinde Türkiye'yle ilgili çok şirin birkaç ayrıntı bulabilirsiniz eğer yeterince dikkatli biriyseniz. Böylesi küçük bir şehre oranla çok canlı bir ticaret yaşamı ve çok geniş bir mağaza yelpazesi olduğunu itiraf etmeliyim. Sokaklarda oradan oraya gezerken eminim en azından bir kez Vilayet Konağı dedikleri (Préfecture) binanın da bulunduğu meydana çıkacaksınız. Çevrede güzel kafeler olduğunu belirtip, oradan Foch Caddesi’ne sapmanızı öneriyorum.

Bu caddenin ucunda şehrin belki de en güzel noktasını bulacaksınız. Paris’teki Zafer Takı’nın taklidi olan görkemli bir portalin altından geçerek Peyrou Kraliyet Meydanı’na (Place Royale du Peyrou) varacaksınız. Sizi at sırtında tüm görkemiyle kral XIV. Louis’nin heykeli karşılayacak. Alanın ucuna ilerlemeden önce yanlara koşun. Hava açıksa şehri en iyi buradan izleme fırsatı bulacaksınız. Alanın en ucunda ise sizi heybetli bir su kemeri bekliyor. Üzerinden geçişe izin yoktu. Olsaydı eminim çok çılgın bir deneyim olurdu. Kemer oldukça iyi korunarak günümüze ulaşmış. Eminim güzel resimler çekeceksiniz.

St. Clément Su Kemeri

Güne biraz erken başlarsanız tüm şehri tek bir gün içinde gezebilirsiniz. Şöyle ki; bu alandan ayrılıp biraz aşağı doğru ilerlediğinizde bir diğer botanik bahçesi ile (Jardin de Plantes) karşılaşacaksınız. Burası gerçek bir botanik bahçesi. Geçmişi çok daha eskilere dayanıyor ve diğerine kıyasla çok daha şık bir mekân. Yağmur sonrası biraz sevimsizdi fakat eminim hava güzelken huzur verici bir yer hâline geliyordur! Ben buna rağmen çok beğendim. İçinde egzotik ağaçların yanısıra heykeller, örgü duvarlar, bir nilüfer havuzu ve sera bulunuyor. Serada yüzlerce farklı türde kaktüs yetiştiriliyor. Hiç kuşkusuz parkın en ilgi çekici noktası burasıydı. Bahçeden de çıktığımıza göre; hemen yakında bulunan şehir katedralini görelim dedik. Vardığımızda bir cenaze merasimi yeni bitmişti. Naaşın çıkarılmasını ve yakınlarının katedrali boşaltmasını dışarıda bekledik. Bu sırada yapının çevresinde bir tur attık. Dış cephesi son derece ihtişamlıydı. Biz hoşumuza giden cephe ayrıntılarını fotoğraflarken cenaze töreni bitti ve cenazeye katılanlar tamamen dağıldı. İçeri girdiğimizde biri hâlâ kilise orgunda bir şeyler çalıyordu. Kilise orgunu canlı, hele ki akustiği böylesine iyi olan bir yerde canlı dinlemek büyüleyiciydi. Parça bittiğinde az kalsın coşkuyla alkışlayacaktık! Orgun büyüsünden kurtulup aydığımızda katedralin içini de incelemek aklımıza geldi. Sonuç: düşkırıklığı. Dışarıdaki o görkemin onda biri bile içeride yoktu. Kimse buranın şehrin katedrali olduğuna inanmaz herhâlde. Sıradan bir mahalle kilisesi gibi son derece yalın bir yerdi. Fazla kalmayıp çıktık. Akşama kadar araç trafiğine kapalı, şirin sokaklarda yürüdük. Akşam yemeğimizi Komedi Meydanı’nda bir restoranda yiyip otelimize döndük.

Gece yürüyüşüne çıkmak için saatin gece yarısına yaklaşmasını bekledik. Her köşe başında bir restoran, kafe, bar bulmak mümkün. Gece yaşamı –tekrarlıyorum- bu küçüklükte bir şehre göre oldukça canlı.

İkinci günümüze biz oldukça geç başladık. Ama bunu örnek almayın! Lunaret Hayvanat Bahçesi’ne gitmek için erkenden kalkın, 1 numaralı tramvay hattıyla St. Eloi durağına kadar gidin, oradan hayvanat bahçesine giden ring otobüse binip “Zoo” durağında inin. Hayvanat bahçesinde sizi öncelikle Amazon Serası karşılayacak. Parkın en çarpıcı noktalarından biri burası. Tamamen Amazon doğasının taklit edildiği bu serada kimi kafeslerde, kimi serbest gezen pek çok canlıyla karşılaşacaksınız. Dev tatlısu kaplumbağaları ve timsahlar ilk şok etkisini yaratacak. Bunu maymunlar, iguanalar ve karıncayiyenler izleyecek. Karıncayiyenlerin uysallığı ve yakınlığı karşısında şaşıracaksınız. Dokunmak yasaktır uyarılarına nispet edercesine adeta “dokun bana” der gibi o çirkin burunlarını size uzatacaklar!



Dostum karıncayiyen

Seradan çıkınca asıl hayvanat bahçesine sıra gelecek. Çok büyük bir alana yayıldığı için iyi bir yürüyüş ayakkabısı, bolca su, belki biraz atıştırmalık şart. Parka en iyimser, en cimri öneriyle en az 5-6 saatinizi ayırın. Zürafalar, aslanlar, gergedanlar, zebralar ve ayılar en çok ilgi çeken hayvanlar. Bir de kangurular vardı ki biz bir türlü bulamadık. Siz bizim yerimize de görün! Seranın çok makûl bir ücreti var; hayvanat bahçesi ise ücretsiz.

Aynı yoldan gerisin geriye tramvaya gidiyoruz. 1 numaralı hattı alıp, sondurağa, Odysseum yönüne gidiyoruz. Bir alışveriş merkezi var. Hemen yanıbaşında bir akvaryum bulunduruyor. Önce alışveriş merkezinde yemek yiyip, sonrasında akvaryumda deniz canlılarını keşfe çıkabilirsiniz.

Eğer oteliniz şehir merkezindeyse dönüşte Antigone denen bölgede inmenizi hararetle tavsiye ederim. Tarihî bir değere sahip olmasa da Yunan mimarisinden mülhem çok güzel binalar ve çok güzel meydanlar yapmışlar. Hemen karşısında bir başka küçük alışveriş merkezi var.

Son olarak bir değerlendirme yapmak gerekirse; Akdeniz havasının egemen olduğu, şirin bir kentti Montpellier. Bizim vakit sıkıntımız olmadığı için gönül rahatlığıyla Montpellier’ye 2 gün verdik. Çok ama çok yoğun bir programla yukarıda iki güne yaydığımız geziyi siz 1 güne bile sığdırabilirsiniz. Arabamız olmadığı için, biz şehir merkezinin dışına çıkamadık. Ama inanın şehrin içi kadar dışında da görülmeye lâyık onlarca yer var. Kimilerinin âşık olup döndüğü, kimilerinin ise düşkırıklığı ile ayrıldığı bir yer. Aynı grup içinde bile yaşadık bu bölünmeyi. Bana soracak olursanız, kendi değerlendirme yöntemimle söyleyeyim, buraya 3; yani “idare eder” etiketini uygun görürüm. Görülmeyi hak ediyor, ama görmezseniz de büyük kayıp değil! Bir gün yolunuz bir şekilde buraya düşerse, tüm bu saydıklarımı yapmanız durumda Montpellier’yi hakkıyla gezmiş olacaksınız; gözünüz arkada kalmasın!    


Ulaşım:
Dışarıdan şehre gelmek için havayolunu ya da demiryolunu kullanabilirsiniz. Tahmin edersiniz ki Türkiye’den direkt uçus yok. Şehiriçi ulaşımın ise bel kemiği tramvaylar. Rengârenk, yepyeni, albenili tramvaylar adeta sizi davet ediyor. Tramvaylarda turnike sistemi de, bilet denetimi de yok. Aşırı şanssız biri değilseniz, yakalanmadan kolayca tüm tramvaylara biletsiz binmeniz olanaklı. Fakat otobüslerde bu mümkün değil; sürücünün gözü önünde bilet okutmanız gerekiyor. Kalabalık bir arkadaş grubuyla seyahat ediyorsanız, “aile bileti” denen (5 kişiye kadar) fırsattan yararlanabilirsiniz. 5,40€’luk bir biletle 5 kişi 10 kez toplu taşıma araçlarını kullanabiliyor. Risk almayıp, bilet alın!

Şehrin tramvaylarından biri


Meraklısını biraz daha ayrıntı:
Montpellier 255 bini aşan merkez nüfusu ile Fransa’nın 8. büyük kenti. Çevresindeki küçük ilçeleri de hesabın içine kattığımızda bu nüfus 600 bine çıkıyor. Bu da şehre canlılık ve hareket katıyor. Languedoc-Rousillon bölgesinde, Hérault ili sınırları içinde kalıyor. Adını tahmin edileceği gibi bir dağdan alıyor. Monte Pestellario yüzyıllar içinde değişe değişe Montpellier olmuş. Türkçede Fransızca telaffuzla Monpölye diye okunuyor.