Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu

9 Kasım 2012 Cuma

Montpellier


Montpellier, Akdeniz kıyılarından 8-10 km içeride yer alan kendi hâlinde bir şehir. Pek çoğumuz aynı adlı futbol kulübü sayesinde bu şehri duymuşuzdur. Bir haftasonu sıkıldık, kalktık Montpellier'yi görelim dedik. Yediğimiz içtiğimiz bizim olsun, gördüklerimizi anlatalım!

Şehrin uluslararası bir havalimanı var Paris’ten, Londra’dan, Brüksel’den düzenli uçuşlar yapılıyor. Ama biz Tuluz üzerinden trenle geçmeyi tercih ettik. İki katlı hızlı trenimize atladık, 50 dakikalık istisnaî bir rötarla yola koyulduk. Hızlı tren lafına siz aldanmayın hemen. Bölgesel trenlerle aynı yolu kullandığı için hızlı trenler bu hatta hızlı gidemiyor. 200-225 km’lik bir yolu normal koşullarda, rötarsız, 2 saat 15 dakikada alıyor trenler. Montpellier’ye yaklaşırken açılır-kapanır köprü gemilerin geçmesi için bir süre kullanım dışı bırakıldığından bir 35 dakika daha bekledik. Bu olay sık sık yaşanıyormuş. Trenle gidecek olursanız, sizi de bulması mümkün!

Çok da görkemli olmayan bir garda trenimiz durduğunda, kötü bir sürpriz olarak bizi yağmurlu bir hava karşıladı, içeri buyur etti. Gardan çıktığımızda bir tramvay yolu yumağıyla karşılaştık. Her yerden, her yönden tramvaylar geliyordu. Bir an tramvayların depo sahasına mı geldik diye düşündüm. Elime şehir haritası geçince gördüm ki şehirde 4 farklı tramvay hattı var ve hepsi Gar durağında kesişiyor. Anlayacağınız Montpellier tramvaylarında her yol Gar’a çıkıyor.

St. Roch Garı


Otelimiz şehir merkezinde, gara 500 metre uzaklıkta olduğu için yürümeyi seçtik. Yerleştikten sonra yağmura rağmen çıkıp dolaşmaya karar verdik. Şehrin merkezi olarak sayabileceğimiz Komedi Meydanı’na (Place de la Comédie) geldiğimizde şehir için ilk “fena değil” yorumu geldi. Geniş mi geniş, fırdolayı kafe ve restoranlarla çevrili şık bir alan. Orta yerinde şehrin simgesel yapıları arasında gösterilen hoş bir havuz bulunuyor. Bu havuz ve tarihî operaevi tam önünde resim çekilmelik. Enlemesine, meydanda yürümeye devam ettiğinizde L’Esplanade dedikleri,  geziye varıyorsunuz. Buranın yanıbaşında bir Turizm bürosu var, ücretsiz şehir haritası ve broşürler edinebilirsiniz. Gezinin sağ yanında bir botanik bahçesi (Jardin du Champ du Mars); sol yanında çok iyi bir müze olan Fabre Müzesi; en ucunda ise Corum dedikleri yeni operaevi ve kongre merkezi var. Yeri gelmişken söyleyeyim, operaevinin arkasındaki tramvay durağının hemen yanında küçücük bir de arkeoloji parkı var. İçinde 13. yüzyıldan kalma birkaç tarihî kilise duvarı kalıntısı barındırıyor.

Hazır buraya kadar gelmişken ben Fabre Müzesi’ni katiyetle görmenizi salık veriyorum. Zengin bir resim ve heykel koleksiyonuna sahip. Fransa’nın en iyi güzel sanat müzeleri arasında gösteriliyor. Bunun yanısıra geçici sergilere de evsahipliği yapıyor. Biz bir otel sergisine denk geldik. Geçmişte Montpellier’nin en lüks otelinde kullanılan mobilya, mutfak/yemek araç-gereçlerini görünce bugün şatafat ve lüks kavramından ne kadar da uzaklaştığımızı gördüm. Umut edilir ki siz uğradığınızda da hâlâ orada olur o sergi.

Komedi Meydanı

Komedi Meydanı çevresinde işimiz bittiğine göre biraz şehrin sokaklarında turlayalım. Öncelikle şunu belirteyim ki şehrin çekirdeğini teşkil eden tarihî merkezi tümüyle yayalaştırılmış. Gönül rahatlığı ile oraya buraya bakarken karşıdan karşıya geçebilirsiniz. Komedi Meydanı'na çıkan yollardan birinde Türkiye'yle ilgili çok şirin birkaç ayrıntı bulabilirsiniz eğer yeterince dikkatli biriyseniz. Böylesi küçük bir şehre oranla çok canlı bir ticaret yaşamı ve çok geniş bir mağaza yelpazesi olduğunu itiraf etmeliyim. Sokaklarda oradan oraya gezerken eminim en azından bir kez Vilayet Konağı dedikleri (Préfecture) binanın da bulunduğu meydana çıkacaksınız. Çevrede güzel kafeler olduğunu belirtip, oradan Foch Caddesi’ne sapmanızı öneriyorum.

Bu caddenin ucunda şehrin belki de en güzel noktasını bulacaksınız. Paris’teki Zafer Takı’nın taklidi olan görkemli bir portalin altından geçerek Peyrou Kraliyet Meydanı’na (Place Royale du Peyrou) varacaksınız. Sizi at sırtında tüm görkemiyle kral XIV. Louis’nin heykeli karşılayacak. Alanın ucuna ilerlemeden önce yanlara koşun. Hava açıksa şehri en iyi buradan izleme fırsatı bulacaksınız. Alanın en ucunda ise sizi heybetli bir su kemeri bekliyor. Üzerinden geçişe izin yoktu. Olsaydı eminim çok çılgın bir deneyim olurdu. Kemer oldukça iyi korunarak günümüze ulaşmış. Eminim güzel resimler çekeceksiniz.

St. Clément Su Kemeri

Güne biraz erken başlarsanız tüm şehri tek bir gün içinde gezebilirsiniz. Şöyle ki; bu alandan ayrılıp biraz aşağı doğru ilerlediğinizde bir diğer botanik bahçesi ile (Jardin de Plantes) karşılaşacaksınız. Burası gerçek bir botanik bahçesi. Geçmişi çok daha eskilere dayanıyor ve diğerine kıyasla çok daha şık bir mekân. Yağmur sonrası biraz sevimsizdi fakat eminim hava güzelken huzur verici bir yer hâline geliyordur! Ben buna rağmen çok beğendim. İçinde egzotik ağaçların yanısıra heykeller, örgü duvarlar, bir nilüfer havuzu ve sera bulunuyor. Serada yüzlerce farklı türde kaktüs yetiştiriliyor. Hiç kuşkusuz parkın en ilgi çekici noktası burasıydı. Bahçeden de çıktığımıza göre; hemen yakında bulunan şehir katedralini görelim dedik. Vardığımızda bir cenaze merasimi yeni bitmişti. Naaşın çıkarılmasını ve yakınlarının katedrali boşaltmasını dışarıda bekledik. Bu sırada yapının çevresinde bir tur attık. Dış cephesi son derece ihtişamlıydı. Biz hoşumuza giden cephe ayrıntılarını fotoğraflarken cenaze töreni bitti ve cenazeye katılanlar tamamen dağıldı. İçeri girdiğimizde biri hâlâ kilise orgunda bir şeyler çalıyordu. Kilise orgunu canlı, hele ki akustiği böylesine iyi olan bir yerde canlı dinlemek büyüleyiciydi. Parça bittiğinde az kalsın coşkuyla alkışlayacaktık! Orgun büyüsünden kurtulup aydığımızda katedralin içini de incelemek aklımıza geldi. Sonuç: düşkırıklığı. Dışarıdaki o görkemin onda biri bile içeride yoktu. Kimse buranın şehrin katedrali olduğuna inanmaz herhâlde. Sıradan bir mahalle kilisesi gibi son derece yalın bir yerdi. Fazla kalmayıp çıktık. Akşama kadar araç trafiğine kapalı, şirin sokaklarda yürüdük. Akşam yemeğimizi Komedi Meydanı’nda bir restoranda yiyip otelimize döndük.

Gece yürüyüşüne çıkmak için saatin gece yarısına yaklaşmasını bekledik. Her köşe başında bir restoran, kafe, bar bulmak mümkün. Gece yaşamı –tekrarlıyorum- bu küçüklükte bir şehre göre oldukça canlı.

İkinci günümüze biz oldukça geç başladık. Ama bunu örnek almayın! Lunaret Hayvanat Bahçesi’ne gitmek için erkenden kalkın, 1 numaralı tramvay hattıyla St. Eloi durağına kadar gidin, oradan hayvanat bahçesine giden ring otobüse binip “Zoo” durağında inin. Hayvanat bahçesinde sizi öncelikle Amazon Serası karşılayacak. Parkın en çarpıcı noktalarından biri burası. Tamamen Amazon doğasının taklit edildiği bu serada kimi kafeslerde, kimi serbest gezen pek çok canlıyla karşılaşacaksınız. Dev tatlısu kaplumbağaları ve timsahlar ilk şok etkisini yaratacak. Bunu maymunlar, iguanalar ve karıncayiyenler izleyecek. Karıncayiyenlerin uysallığı ve yakınlığı karşısında şaşıracaksınız. Dokunmak yasaktır uyarılarına nispet edercesine adeta “dokun bana” der gibi o çirkin burunlarını size uzatacaklar!



Dostum karıncayiyen

Seradan çıkınca asıl hayvanat bahçesine sıra gelecek. Çok büyük bir alana yayıldığı için iyi bir yürüyüş ayakkabısı, bolca su, belki biraz atıştırmalık şart. Parka en iyimser, en cimri öneriyle en az 5-6 saatinizi ayırın. Zürafalar, aslanlar, gergedanlar, zebralar ve ayılar en çok ilgi çeken hayvanlar. Bir de kangurular vardı ki biz bir türlü bulamadık. Siz bizim yerimize de görün! Seranın çok makûl bir ücreti var; hayvanat bahçesi ise ücretsiz.

Aynı yoldan gerisin geriye tramvaya gidiyoruz. 1 numaralı hattı alıp, sondurağa, Odysseum yönüne gidiyoruz. Bir alışveriş merkezi var. Hemen yanıbaşında bir akvaryum bulunduruyor. Önce alışveriş merkezinde yemek yiyip, sonrasında akvaryumda deniz canlılarını keşfe çıkabilirsiniz.

Eğer oteliniz şehir merkezindeyse dönüşte Antigone denen bölgede inmenizi hararetle tavsiye ederim. Tarihî bir değere sahip olmasa da Yunan mimarisinden mülhem çok güzel binalar ve çok güzel meydanlar yapmışlar. Hemen karşısında bir başka küçük alışveriş merkezi var.

Son olarak bir değerlendirme yapmak gerekirse; Akdeniz havasının egemen olduğu, şirin bir kentti Montpellier. Bizim vakit sıkıntımız olmadığı için gönül rahatlığıyla Montpellier’ye 2 gün verdik. Çok ama çok yoğun bir programla yukarıda iki güne yaydığımız geziyi siz 1 güne bile sığdırabilirsiniz. Arabamız olmadığı için, biz şehir merkezinin dışına çıkamadık. Ama inanın şehrin içi kadar dışında da görülmeye lâyık onlarca yer var. Kimilerinin âşık olup döndüğü, kimilerinin ise düşkırıklığı ile ayrıldığı bir yer. Aynı grup içinde bile yaşadık bu bölünmeyi. Bana soracak olursanız, kendi değerlendirme yöntemimle söyleyeyim, buraya 3; yani “idare eder” etiketini uygun görürüm. Görülmeyi hak ediyor, ama görmezseniz de büyük kayıp değil! Bir gün yolunuz bir şekilde buraya düşerse, tüm bu saydıklarımı yapmanız durumda Montpellier’yi hakkıyla gezmiş olacaksınız; gözünüz arkada kalmasın!    


Ulaşım:
Dışarıdan şehre gelmek için havayolunu ya da demiryolunu kullanabilirsiniz. Tahmin edersiniz ki Türkiye’den direkt uçus yok. Şehiriçi ulaşımın ise bel kemiği tramvaylar. Rengârenk, yepyeni, albenili tramvaylar adeta sizi davet ediyor. Tramvaylarda turnike sistemi de, bilet denetimi de yok. Aşırı şanssız biri değilseniz, yakalanmadan kolayca tüm tramvaylara biletsiz binmeniz olanaklı. Fakat otobüslerde bu mümkün değil; sürücünün gözü önünde bilet okutmanız gerekiyor. Kalabalık bir arkadaş grubuyla seyahat ediyorsanız, “aile bileti” denen (5 kişiye kadar) fırsattan yararlanabilirsiniz. 5,40€’luk bir biletle 5 kişi 10 kez toplu taşıma araçlarını kullanabiliyor. Risk almayıp, bilet alın!

Şehrin tramvaylarından biri


Meraklısını biraz daha ayrıntı:
Montpellier 255 bini aşan merkez nüfusu ile Fransa’nın 8. büyük kenti. Çevresindeki küçük ilçeleri de hesabın içine kattığımızda bu nüfus 600 bine çıkıyor. Bu da şehre canlılık ve hareket katıyor. Languedoc-Rousillon bölgesinde, Hérault ili sınırları içinde kalıyor. Adını tahmin edileceği gibi bir dağdan alıyor. Monte Pestellario yüzyıllar içinde değişe değişe Montpellier olmuş. Türkçede Fransızca telaffuzla Monpölye diye okunuyor. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder