Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu

8 Aralık 2012 Cumartesi

Lozan

Lozan... İsviçre'de en çok bulunmak istediğim şehirdeyim nihayet. Türkiye'yi Türkiye yapan anlaşma bu şirin İsviçre kentinde imzalanmış 1923 yılında. Tarih kitaplarının zorlamasıyla da olsa hepimiz biliriz bu şehri. Gidince anladım ki; bilmek yetmezmiş, gidip görmek gerekirmiş.

Lozan, Léman Gölü kıyısındaki onlarca şehirden biri. Nüfusu 136 bin dolaylarında. Çevresindeki belediyelerle birlikte 350 bine yaklaşıyor. İçinde bulunduğu Vaud kantonunun başkenti. İsviçre’nin Fransızca konuşulan bölgesinde yer alıyor. Şehrin kendi havalimanı yok. En yakın havalimanı Cenevre’de. Cenevre – Lozan arası trenle yaklaşık 45 dakikada alınıyor. Roma, Milano, Venedik ve Paris kalkışlı tren seferleri de var. Biz özel aracımızla Cenevre’den hareket ettik. 65 kilometrelik yolun yarısını otoyol kullanarak, yarısını göl kenarında gelerek yaklaşık 1 saatte aldık. Şehre girer girmez bizi boğucu bir trafik karşıladı. Gördüğümüz ilk otoparka arabamızı bırakıp kendimizi yollara vurduk. İlk işimiz turizm ofisinden harita almak oldu. Tren garında ve göl kıyısındaki Ouchy semtinde olmak üzere 2 adet turizm danışma ofisi var.

Lozan yokuşlar ve merdivenler şehri. Neredeyse İstanbul’la yarışır. Bu kadar güzel merdivenlerle herhâlde çok nadir karşılaşılır. İnsanın çıktıkça çıkası geliyor! Mimari özellikler olarak pek benzemese de bana Cihangir’in, Pürtelâş’ın, Fındıklı’nın, Karaköy’ün sokaklarını ve merdivenlerini anımsattı Lozan’ın yolları. 
  
Lozan Katedrali
Haritamızı aldığımız gibi Grand-Pont dedikleri Büyük Köprü’den geçiyor ve yokuşlar çıkarak Cité semtine gidiyoruz. Şehrin katedrali burada bulunuyor. 13. yy’dan kalma gotik bir yapı. İsviçre’nin en büyük mabediymiş. Gerçekten de İsviçre’de gördüğüm en büyük ve en güzel katedral Lozan Katedrali’ydi. İçindeki vitraylar ve org görülmeye değer. İçi kadar dışı da etkileyici süslemelerle bezenmiş. Katedralin hemen yanıbaşında ise eskiden din adamlarının kaldığı bir bina var. Bu bina bugün Lozan Tarih Müzesi olarak hizmet veriyor. Katedralin birkaç sokak ötesinde ise Saint-Marie Şatosu bulunuyor. 15. yy’dan kalma bu bina inşa edildiğinde, din adamları kaldıkları diğer binayı terk ederek burada yaşamaya başlamışlar. Bence hiç de haksız sayılmazlar. Saint-Marie Şatosu mimari olarak çok güzel bir yapı. İki renkli taşlarla âdeta insanların bakmaktan zevk alması için incelikle yapılmış. Şato günümüzde kamu binası olarak hizmet veriyor. Vaud Kantonu bu binadan yönetiliyor. Ziyarete açık mı diye soracak olursanız, çalışma saatleri içinde herhangi bir vatandaş gibi elinizi kolunuzu sallayarak girmeniz mümkün. En azından merdivenleri, koridorları ve bekleme salonlarını görebilirsiniz. Emin olun buna bile değer.


Saint-Marie Şatosu


Bu yapıların hepsi katedralin çevresinde bulunuyor. Şehre hâkim bir tepe üzerine kurulan katedralin avlusu da bir o kadar güzel manzaralar sunuyor. Bol bol fotoğraf çekinmenizi öneririm. İşiniz bittikten sonra ise kesinlikle ve kesinlikle Marché merdivenlerini kullanarak aşağı inin. Katedralin avlusundan başlayarak Palud Meydanı’na inen bu tarihî merdivenlerin bitmesini hiç istemeyeceksiniz. Palud Meydanı küçük ama çok renkli bir mekân. Lozan Belediye Başkanlığı binası burada bulunuyor. Çiçeklerle bezenmiş, eski ve şirin bir bina. Meydanın orta yerinde ufak ama göze hitap eden bir havuz var. Meydan her daim hareketli ve renkli bir nokta. Trafiğe kapalı. Dahası, yayalaştırılmış pek çok cadde bu meydana açılıyor. Bu caddeler arasında bir nevi geçit görevi görüyor. 

Palud Meydanı'na çıkan bir cadde
Meydanın renkli olduğunu söylemiştim. Biz oraya vardığımızda kulağımıza çalınan bildik akordeon, darbuka ve keman ezgileri bunu doğrular nitelikte. Biraz daha yaklaşıp kulak kabarttığımızda Osman Aga türküsünü çalıp söyleyerek insanları eğlendiren bir grupla karşılaşıyoruz. Türkiye göçmeni Roman vatandaşlarımız ekmeklerini burada aramak için kalkmışlar Lozan’a gelmişler. Çaldıkları ezgi soğuk İsviçre için çok yabancı ama bu Balkan müzikleri ölüyü bile oynatır. Göbek atan Türk turistlerin neşesine kimi İsviçreliler de ortak oluyor zaman zaman. Kimi ise ufak bir metelikle ödüllendiriyor müzisyenleri.

Palud Meydanı’nda işimizi bitirip sabırsızlıkla görmeyi en çok istediğimiz yer olan Rumine Sarayı’na doğru yürümeye başlıyoruz… Bir Rus prensi tarafından yapılan yüklü bir bağışla inşa edilen bu saray Lozan’ın en güzel binalarından. Adının saray olduğuna bakmayın, içinde şimdiye dek ne bir kral, ne de bânisi olan prens yaşamış. Yapıldıktan sonra bir süre üniversite olarak hizmet vermiş. 1980 yılında yer darlığı nedeniyle üniversite yeni yerleşkesine taşınmış. Bina boş kalmamış tabii. Bugün Vaud Kantonu’nun parlamentosuna, Lozan Üniversitesi’nin 3 ana kütüphanesinden birine ve 5 müzeye ev sahipliği yapıyor. Bunlar: Güzel Sanatlar Müzesi, Arkeoloji ve Tarih Müzesi, Para Müzesi, Lozan Jeoloji Müzesi ve Zooloji Müzesi. Özellikle en üst katta yer alan Zooloji Müzesi’nde uzun vakit harcayacağınızdan eminim.  Meşhur Lozan Antlaşması’nın imzalandığı yer de burası. İsmet İnönü’nün de bu merdivenlerden nasıl bir ruh hâliyle çıkmış olduğunu, antlaşmadan sonra bizimkilerin nasıl sevinçle indiğini hayal ettim. Acaba bu koca salonlardan hangisinde atılmıştı imzalar… Sormayı çok istesem de muhatap bulamadım. Rumine Sarayı’ndan ayrılmam çok zor oldu…


Lozan Antlaşması'nın imzalandığı Rumine Sarayı


Lozan’ın merkezi göl kıyısına oldukça uzak. Metroya binmek şart gibi. Göl kıyısındaki Ouchy semtine inmeden önce haritamızda işaretlediğimiz ama bir türlü yakınından geçemediğimiz için göremediğimiz birkaç yapıyı daha görmeye karar verdik. Ale Kulesi. Bizim Galata Kulesi gibi, yapıların arasına sıkışmış kalmış, bir zamanlar şehri koruyan surların yegâne kalıntısı. Kapısında kocaman bir zincir, ziyarete kapalı. Hoş açık olsa da gözlem yapacak balkonu yok. Çok sade, 20-30 metre yüksekliğinde bir yapı. Yeni şeyler görmek güzel ama yolumuzu değiştirip buralara kadar geldiğimize değdi mi; o tartışılır. St. François ve Notre Dame Katolik kiliseleri de görülmese de olacak cinsten, yalın ve süssüz iki tipik İsviçre mabedi. Yalnız St. François Kilisesi’nin önündeki St. François Meydanı iş çıkış saatine denk geldiğimizden midir bilmem böylesi küçük bir şehirden beklenmeyecek kadar kalabalıktı. İnsan kalabalığını zar zor yararak aracımızın bulunduğu otoparka ulaştık. Merkezden biraz uzaklaşıp, göl kıyısındaki semtlere gideceğiz.


Ale Kulesi
Ouchy’ye varıyoruz. Hani yine şu tarih derslerinden hatırlayacağınız ve sonucunda Trablusgarp, Bingazi ve Oniki Adaları elden çıkardığımız meşhur Uşi Antlaşması adını Ouchy semtinden alıyor. Ouchy’nin görülmesi gereken belli başlı binaları var. Bunlardan ilki Ouchy Şatosu. 1100’lü yıllardan beri yerinde bir şato olduğu kayıtlarda geçiyormuş. Yıllar boyunca yıkılıp yeniden yapılmış. En son bir zengin, eski şatoyu (bazı bölümlerini koruyarak) tamamen yıkmış ve yerine otel yaptırmış. Yapı günümüzde hâlâ otel olarak hizmet veriyor. Uzaktan resim çekmekle yetindik ve Olimpiyat Müzesi’ne doğru yol aldık.  

Olimpiyat Oyunları’nı yeniden insanlığa kazandıran Baron Pierre de Coubertin, 1915 yılında Lozan’ı Olimpiyat başkenti olarak seçmiş. Günümüzde Uluslararası Olimpiyat Komitesi hâlen Lozan’da yer alıyor. Tüm Olimpiyat dallarının yönetim birimleri; bunun yanısıra 44 uluslararası spor organizasyonu ve federasyonu genel merkezlerini Olimpiyat başkenti Lozan’da kurmayı uygun görmüş. Anlayacağınız dünya sporunun kalbi Lozan’da atıyor. 

Türünün ilk ve tek örneği olan bir Olimpiyat Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor Lozan. Müze ne yazık ki 2014 yılına değin onarımdaymış. Biz göremedik. Umarım siz gittiğinizde kapılarını tekrardan ziyaretçilerine açmış olur.

Son olarak göl kıyısı boyunca uzunca bir yürüyüş yaparak Ouchy gezintimizi de noktalıyoruz. Ouchy Lozan’daki son durağımız oluyor. Sauvabelin Gölü ve Sauvabelin Ormanı’nın methini çok duysak da hiç vaktimiz kalmadı. Meraklısı için kısaca açıklamak isterim, Sauvabelin Ormanı şehrin göbeğinde, çok değerli bir alan. Bünyesinde asırlık ağaçlar ve pek çok canlı barındırıyormuş. İçindeki yapay göl ise seyirlik manzaralar sunuyormuş. Kışın gölet donarmış, Lozanlılar da maaile gelip donmuş göl yüzeyinde kayarlarmış. Ormanın kuzey girişinde Vivarium dedikleri, görmeyi çok istediğim bir de hayvanat bahçesi/müze var. Yalnızca sürüngenlere adanmış bu parkta hayvanlar, doğal yaşam alanlarına en yakın biçimde dekore edilmiş bölmelerde sergileniyorlarmış. Timsahlar, yılanlar, kertenkeleler, kaplumbağalar ve örümcekler arasında birkaç saat geçirmek eminim harika olacaktır! Ama dediğim gibi hiç vaktimiz kalmadı. Gezi planı şaşmamalı. Yola koyulmak gerek. Montrö bizi bekliyor.   

4 Aralık 2012 Salı

Lihtenştayn


Yalnızca Türkiye halkının değil, Avrupalıların da adını sanını duymadığına bizzat tanık olduğum minicik ülke Lihtenştayn’dayım. Ülke derken hicap duyuyorum. 160 kilometrelik yüzölçümü ile Manyas Gölü’nün kapladığı kadar bir alan kaplıyor. Nüfusu 35 bin dolaylarında. Vatikan, Monako, San Marino, Malta ve Andorra ile birlikte Avrupa’nın 6 mikrodevletinden biri. İsviçre ve Avusturya arasına sıkışmış, denize kıyısı olmayan bir kasaba. Pardon ülke! Yönetim biçimi: anayasal prenslik!

Peki Lihtenştayn'a nasıl gidilir? Lihtenştayn’da havalimanı yok tahmin edebileceğiniz gibi. Demiryolu ise ülkeye gelebilmek için çok tercih edilmeyen bir seçenek. Avusturya’nın Feldkirch kentinden günde birkaç tren kalkıyor. İsviçre üzerinden geliyorsanız şayet, Sargans’tan daha sık aralıklarla tren bulma şansınız var. Ancak ülkeyi komşularına bağlayan en yaygın araç otobüsler. Her yerde vızır vızır işleyen otobüsler görmeniz mümkün. Ülkelerarası belediye otobüsü işletiliyor bir nevi!  

Lihtenştayn’ın küçüklüğü insanı hayrete düşürüyor. Güney yönünden kendi aracımızla ülkeye giriş yaptık. Çok geçmeden başkent Vaduz’a vardık. Zaten ülke öylesine küçük ki boydan boya arabayla geçmek isteseniz gideceğiniz yol hepi topu 30 kilometre bile değil. Yol üstünde birkaç yapı görmeye başlıyoruz, şehre girmiş olmalıyız. Çok geçmeden bir katedral çıkıyor karşımıza. Anlıyoruz ki merkeze vardık. Hemen aracımızı bir kenara çekip keşfe başlıyoruz. Ülkenin en büyük mabedinden başlıyoruz ziyarete. İçerinin sadeliği can sıkıcı. Başkentin en büyük kilisesi hiç bu kadar sade olur mu? Fotoğraf bile çekmeden çıktık sanırım. O kadar büyük bir fiyaskoydu ki…

St. Florin Katedrali, Vaduz

Katedrali bırakıp görecek yeni şeyler aramaya koyulduk. Üzerinde bulunduğumuz cadde, zaten şehrin kalbinin burada attığını söyler gibiydi. Fazla düşünmeden yolu takip edip yürüyoruz. Hemen sağda, katedralin yanıbaşında Hükûmet Binası var. Onun da yanıbaşında yeni inşa edilmiş, Parlamento Binası var. Şehir öylesine küçük ki, her şey katar gibi birbiri ardına dizilmiş. Hemen onun yanıbaşında ise Landesmuseum dedikleri ulusal müzelerini bulacaksınız. İçeride Lihtenştayn’ın kültürel ve ulusal değerlerinden örnekler teşhir ediliyor. Girişler oldukça uygun ve yanlış anımsamıyorsam 20.00’ye kadar açık. Lihtenştaynlılar oldukça çalışkan!

Hükûmet ve Parlamento binaları

Müzeden çıkıp devam ettiğinizde, bu kez Liechtenstein Center ile karşılaşacaksınız. Ülkeyle ilgili kartpostal, pul, hediyelik, magnet, harita ve turistik bilgilere buradan ulaşıyorsunuz. Özellikle filateli meraklılarının gözünde çok makbul olan Lihtenştayn posta pullarını burada bulabilirsiniz. Eğer pul koleksiyonu yapan bir tanıdığınız varsa buradan alacağınız bir paket pul ile onu çok mutlu edebilirsiniz. Ben de değer verdiğim tüm dostlarıma ve aileme Lihtenştayn’dan kart attım. İtalya’dan, İspanya’dan, İngiltere’den emin olun herkes kart atabilir ve alabilir. Ama Lihtenştayn gibi bit yerden kart atmak da, kart almak da bence bir ayrıcalık! Siz de unutmayın! Pul başına yaklaşık 1 avro gibi bir fiyat ödedik. Postane hemen karşıda, doğruca gidip postalıyorsunuz. Postane de yanılmıyorsam 19.00’a kadar açıktı. Lihtenştaynlıların çalışkan insanlar olduğunu söylemiştim! (Yurtdışından kart atmakla ilgili rehber niteliğindeki yazımı okumak için bir tık lütfen!)

Şehrin ana aksı boyunca ilerlemeye devam ediyoruz. Vardığımız yer Städtle dedikleri anacadde. Dükkânların, mağazaların, restoranların olduğu çağdaş görünümlü bir yer. Belediye binası ve Kunstmuseum dedikleri çağdaş sanat müzesi de bu cadde üstünde. Genelde geçici sergilere evsahipliği yapıyormuş. Bunun yanında Lihtenştayn Prensi’nin özel koleksiyonundan nadide eserler de bu müzede sergileniyor. Biz girmemeyi tercih ettik.

Elimdeki kâğıt Lihtenştayn haritası ve haritada evler bile görünüyor :)

Aslına bakarsanız Lihtenştayn bundan ibaret. Lihtenştayn'da görecek pek fazla şey olduğu söylenemez. Geri kalan her yer ev, tarla ve bağ. Ülkenin başkenti Vaduz olsa da, en büyük kenti Schaan. Schaan’da görülecek bir şeyler vardır umuduyla atlayıp gidiyoruz; ancak yerleşimden başka bir şey yok maalesef. Unutmadan bahsedeyim, neredeyse her başınızı kaldırdığınızda gözünüze çarpan tepedeki o güzel şato, ziyarete açık değil; zira Lihtenştayn Prensi hâlihazırda o şatoda yaşıyor.  Yanına kadar çıkıp, çevresinde dolaşmak mümkünmüş ama madem ziyarete kapalıymış, çıkmak hiç içimizden gelmedi. İllâ ki şato görmek isterseniz, Balzers köyünün ortayerinde bir yükselti üzerine inşa edilmiş eski ve yalın bir şato bulunuyor. Uzaktan gözümüze çok sade geldiği için, buraya da girmek istemedik. Böylece Lihtenştayn gezimizi sonlandırdık. Ülkede konaklama ateş pahası olduğu için hava kararır kararmaz arabamıza atlayıp bir sonraki durağımıza doğru yola koyulduk.