Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu

7 Eylül 2013 Cumartesi

Padova

Padova'dayız. Burası Veneto bölgesinde, Milano'yla Venedik'i birbirine bağlayan kara ve demiryollarının güzergâhı üzerinde yer alan 215 bin nüfuslu bir şehir. Dünyaca ünlü bir üniversitesi var. Üniversitenin İngilizce adı University of Padua olduğu için şehre Türkçede Padova yerine Padua diyenler var.

Padova, Verona ve Venedik kadar olmasa da çok sayıda tarihî esere evsahipliği yapıyor. Öncelikle Padova'ya nasıl gidilir onu belirteyim. Padova'nın havalimanı yok. En yakın havalimanı Venedik'in Marco Polo'su. 55 km uzaklıkta. Venedik'e, Bolonya'ya ya da Verona'ya giderseniz Padova'ya demiryolunu kullanarak rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Trenle Venedik'e 30 dk, Verona ve Bolonya'ya ise 1 buçuk saat uzaklıkta.

Biz bir önceki durağımız olan Vicenza'dan bölgesel trenle 25 dakikada geldik. 3,5 avro gibi uygun bir fiyata bilet aldık ama siz yüksek hızlı tren kullanarak 15 dakikada da gelebilirsiniz. Tabii biletler daha pahalı. Gar ile şehir merkezi arası çok uzak değil ama yürümek istemezseniz garın hemen önünde bir tramvay durağı var. Kentin tek tramvay hattı. Kuzey-güney doğrultusunda. Şehir merkezine gitmek için Capolinea Sud yönüne giden tramvaylara binmeniz gerekiyor. Eğer şehri hakkını vererek gezmek istiyorsanız PadovaCard almanızı öneririm. Bu kartla bir yetişkin ve 14 yaş altı bir çocuk şehrin en önemli 10 yapısına 1 kez ücretsiz giriş hakkı satın almış oluyor. Kartın ücreti 2013 yılı itibarıyla 16 avro.

Scrovegni Şapeli'nin içinden bir görünüm
Tramvaya binerseniz hemen bir sonraki durak olan Eremitani'de inip eski bir manastır ve inziva yeri (hermitage) olan ve günümüzde arkeoloji müzesi olarak kullanılan binayı ve  Scrovegni Şapeli'ni görebilirsiniz. PadovaCard ile giriş her biri için ücretsiz. Manastır'ın  Giardini dell'Arena (Arena Bahçesi) dedikleri çok büyük bir bahçesi var. Arkeoloji müzesinde tarihöncesi dönemlerden ortaçağa, hatta günümüze kadar uzanan geniş bir yelpazede tarihî nesneler sergileniyor. Bahçeye Arena Bahçesi denmesinin nedeni bahçenin eskiden arena olarak kullanılan yapının yerinde kurulmuş olması. Çevrede arenanın kalıntılarını görebilirsiniz. Gelelim Scrovegni Şapeli'ne... Bence şehrin en ilgi çekici yapısı bu. İçeri giriş oldukça meşakkatli. Önceden rezervasyon yaptırmadıysanız çoook uzun süre giriş için kuyrukta beklemeniz gerekiyor. Size tavsiyem sitesine girip PadovaCard satın almanız ve ziyaret etmeyi düşündüğünüz gün için önceden rezervasyon yaptırmanız. Aynı gün için rezervasyon yapılamıyor. En az 24 saat sonrası için rezervasyon yapabiliyorsunuz. Seçtiğiniz saatten 5-10 dakika önce girişte olmanız gerekiyor. Kartınızı gösterip içeri girdiğinizde hemen şapeli ve eşsiz fresklerini göreceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Önce sırt çantalarınızı, kameralarınızı varsa yiyecek ve içeceklerinizi bırakmanız ve ısısı sabitlenmiş bir odada 5 dakika beklemeniz gerekiyor. Vücut ısınızın içerideki fresklere zarar vermemesi için bu klimalı odada vakit geçirirken şapelle ilgili kısa bir video izleyeceksiniz. İçeri aynı anda en fazla 25 kişi alınıyor. Geç kalırsanız, bilet yanar. Rezervasyon yaptıktan sonra giriş saatini değiştirmek mümkün değil. Yeniden para ödeyip bilet almanız gerekiyor. Bu kadar kural ve formalite bana fazla gelse de, içerideki fresklerin sanat tarihi açısından önemine bakılırsa az bileymiş. Freskler harika, ona söylenecek bir söz yok. Arena Bahçesi'nden çıktığınızda yolun karşı yakasında bir başka müze olan Palazzo Zuckermann var.

Şehirlerin önemli yapılarından biri kuşkusuz katedrallerdir. Ama Padova'da öyle değil. Sant'Antonio Bazilikası'na kıyasla oldukça sönük burası. Ponti Romani durağında inerek kısa bir yürüyüşün ardından katedrale varabilirsiniz.  Katedralin önünde Piazza Duomo dedikleri Katedral Meydanı var. Katedralin meydana bakan cephesi son derece yalın ve süssüz. Ama iç süslemelerinin bir kısmında Michelangelo imzası var. Öğlenleri kapalı oluyormuş. Katedrale giriş ücretsiz, yanındaki vaftizhaneye ise ücretli (PadovaCard ile ücretsiz) İçeride 14. yüzyıldan kalma çok değerli freskler var.

Palazzo della Ragione
Katedralin hemen yakınında Palazzo della Ragione var. Tramvay durağından inip Katedral'e yürürken büyük olasılıkla önünden geçeceksiniz. Zemin katlarında dükkânlar, içinde ise fresklerle süslü büyük bir sergi salonu bulunuyor. PadovaCard ile ücretsiz girilen yapılardan.  Eskiden mahkeme binası olarak kullanılıyormuş. Önü tam bir pazaryeri gibi. Balıkçılar, kasaplar, manavlar, peynirciler...

Sant'Antonio Bazilikası
Tekrar tramvaya dönüp biraz daha aşağılara gidiyoruz. Santo durağı. Burada Sant'Antonio Bazilikası var. Şehrin Katedralinden daha büyük. Aziz Antonio'nun ölümünden hemen sonra yapılmaya başlanmış. Hıristiyanlar için şehirdeki en önemli yapı bu çünkü bazilikanın içinde Aziz Antonio'nun kabri ve bazı özel eşyaları sergileniyor. Buraya gelen Hıristiyanlar -İslam'daki Hac konseptine pek benzemese de- hacı olmuş sayılıyor. İçeri giriş ücretsiz. Aman dikkat. Biz gittiğimizde içeride bir ayin vardı ve inanılmaz kalabalıktı. Bazilikanın özellikle bir bölümünde dindarların önüne geçip el-yüz sürdüğü, gözyaşı döktüğü bir bölüm vardı. Meğerse bunlar işte bu Aziz Antonio'nun eşyalarıymış. Önünde büyükçe bir meydan var ama bazilikanın süslü ön cephesi biz gittiğimizde restrorasyondaydı.

Prato della Valle
Bazilikaya yürüme mesafesinde dünyanın en eski botanik bahçesini görebilirsiniz. Elimdeki rehberin söylediğine göre İtalya'nın en eski ikinci üniversitesi olan Padova Üniversitesi'nin tıp fakültesi tarafından ilaç üretiminde istifade edilen değişik ot ve bitkilerin yetiştirildiği bir bahçe olarak 1545 yılında oluşturulmaya başlanmış. İçinde dünyanın dört bir yanından bitkiler var. Çok büyük değil ama görülmeye değer. Hazır buraya kadar gelmişken Avrupa'nın en büyük meydanı Prato della Valle'yi görün. Çevresi her daim canlı. Özellikle şehrin gençleri günün her saati burayı dolduruyor. Çimlerde sere serpe uzanan insanlar, oynayan çocuklar insanın içini açıyor.

Bu arada Padova aslında surlarla korunan bir şehirmiş. Bölüm bölüm günümüze ulaşmış. Surların görünümü kabaca bir üçgen teşkil ediyor. Şehir merkezi üçgenin tam ortasında. Merkezden çok uzaklaşmadığımız için surları hiç görmedik. İlginiz varsa biraz açılıp görebilirsiniz. Şehrin bazı caddeleri yayalaştırılmış ve ünlü markaların mağazalarına evsahipliği yapıyor. Caddelerde gezmek bir şey almasanız da çok zevkli. Şehrin içinden akarsu da geçiyor. Bacchiglione Irmağı, üzerindeki köprüler ve kıyılarındaki yeşil alanlar görmeye değer manzaralar sunuyor.

Kuşkusuz Padova'da daha görülecek çok şey var ama vakit geç olmadan trenimize binip Venedik'e yol almalıyız. Padova'ya günübirlik gitsek de az şey görmedim. Ama gezimin üzerinden epeyce uzun vakit geçtiği için bazı şeyleri hatırlayamıyorum. Aradan geçen 3-4 ay bazı ayrıntıları silmiş. Bundan sonra yazmak için bu kadar ara vermeyeceğim :)

Padova ulaşılması kolay ve gezmesi zevkli bir şehir. Ama bir Milano, bir Venedik, bir Verona değil. Zaman sıkıntısınız varsa görmeseniz de olabilir.

5 Eylül 2013 Perşembe

Vicenza

Castello Meydanı'ndan kule ve şehir kapısı
Vicenza, İtalya'nın kuzeydoğusunda küçük bir şehir. Nüfusu 115 bin dolaylarında. Bu yazımda Vicenza'ya nasıl gidilir, Vicenza'da ne yapılır onu anlatacağım. Vicenza'nın adı İtalyancada (Viçentza) biçiminde teleffuz ediliyor. Milano ve Venedik'i birbirine bağlayan kara ve demiryollarının güzergâhı üzerinde kaldığı için ulaşımı son derece kolay. Trenle Verona'ya 1 saat, Padova'ya 25 dakika, Venedik'e 1 saat 15 dakika uzaklıkta. Biz de Vicenza'ya Verona üzerinden trenle geldik.

Süssüz bir istasyonda trenimizden indik. Çıktığımızda bizi genişçe bir açık alan karşıladı. Burası Campo Marzo dedikleri (Fransa'daki Champs de Mars Parkı ile adaş) büyük bir çayır, yeşil alan. Güzel havalarda genç yaşlı birçok İtalyan bu çayırda sere serpe uzanıp güneşleniyor ve vakit geçiriyor. Gardan çıktığımızda şehir merkezine gitmek için izlememiz gereken yol Viale Roma, yani Roma Caddesi. Bizde nasıl her Anadolu şehrinde bir İstanbul Caddesi varsa, neredeyse her İtalyan şehrinde de bir Roma Caddesi var!

Roma Caddesi'nin bitiminde Gasperi Meydanı'na varıyoruz. Meydanın hemen sağında şehre girilen kapı var. Buraya Porta Castello (Kale Kapısı) deniyor. Zira yanıbaşında bir kalenin kalıntısı olan gözlem kulesi var. Bu kırmızı tuğladan yapılma, dörtgen planlı, yüksek ve kalın bir kule. Kuleye çıkmak mümkün mü bilemiyorum. Kapıdan girince birkaç adım atıyoruz ve bir başka meydanda buluyoruz kendimizi: Piazza del Castello'da (Kale Meydanı). Şehrin ana alışveriş caddesi buraya bağlanıyor. Bir nevi çarşı. Bu caddenin adıysa Corso Palladio. Corso adını anacaddeler için kullanıyorlar. Bu cadde üzerinde yer alan çok sayıda mağazada, lüks İtalyan ve dünya markalarını bulabilirsiniz. Cadde ve bu caddeye bağlanan sokaklar büyük ölçüde trafiğe kapalı. Ama arada sırada araç görmek mümkün. Anacadde dediysem aklınıza geniş bir yol, iki tarafı ağaçlı bir yer gelmesin. Bu cadde aslında daracık. Başları biraz tenha olsa da ilerledikçe canlanıyor. Baştan sona uzunluğu 700 metre. Castello Meydanı'nda başlayan bu çarşı caddemiz yine bir meydanda, Matteotti Meydanı'nda sona eriyor. Bu meydana geldiğinizde mutlaka turizm ofisine uğrayın ve şehrin ücretsiz haritalarından ve ilginizi çeken broşürlerden alın. Meydana gelirken yol üstünde onlarca güzel yapı var. İtalyanların mecazi anlamda Palazzo (Saray) dedikleri bu yapılar bir saray kadar olamasalar da saray yavrusu olacak derecede hoşlar gerçekten de!

Teatro Olimpico'nun ünlü sahnesi
Caddenin bağlandığı meydana dönecek olursak, burada şehrin en ilgi çekici yapılarından Teatro Olimpico var. Bu tiyatronun dünyanın en eski kapalı tiyatrosu ve günümüze kalan 3 Rönesans dönemi tiyatrosundan biri olduğu söyleniyor. Onu ünlü kılan bir başka özelliği ise üç boyutlu sahne tasarısı. Bir göz yanılması yaratarak fonda şehrin sokakları bir meydana (bu meydan sahne oluyor) bağlanıyormuş izlenimi veriliyor. Süslemeler inanılmaz güzellikte. Oturma yerleri ise bir o kadar mütevazi.

Tiyatroya giriş ücretli fakat biz Vicenza Card alıp tiyatro ve diğer müzelere teker teker bilet almaktan kurtulduk. Tam 8,5 indirimli 6,5 avro. Tiyatrodan çıkınca meydanın öbür ucundaki Pinacoteca Civica di Palazzo Chiericati adı verilen bir resim müzesi var. Bu müzeden aklımda kalan şey, çok sıcak davranan müze görevlileri. Bize duvarların yanısıra tavanları da izlememizi tavsiye ettiler. Gerçekten nefis tavan bezemeleri vardı.

Haritamıza bakıp bize en yakın eseri arıyoruz. Santa Corona Kilisesi, Gallerie di Leoni Montanari ve Doğal Tarih Müzesi gözümüze çarpıyor. Kilise kapalıydı fakat müzeye ve resim galerisine kartımızla ücretsiz giriyoruz. Eğer kilise açıksa siz mutlaka görmeye çalışın. Hıristiyanların Hazreti İsa'nın başına geçirildiğine inandığı dikenli tacın bazı parçalarının burada saklandığına inanılıyor.

Palladio Bazilikası ve Signori Meydanı
Şehrin anacaddesine de adını veren ve şehirdeki pek çok yapıda imzası bulunan Andrea Palladio'nun eseri olan Palazzo Barbaran'ı da gördükten sonra ara sokakları adımlayarak şehrin ana meydanı olan Piazza dei Signori'ye varıyoruz. Meydanın en görkemli ve en önemli yapısı Basilica Palladiano (Palladio Bazilikası). Bazilika mimari özellikleriyle dikkat çekiyor. Özellikle beyaz mermerden yapılma locaları daha sonra pek çok mimari esere esin kaynağı olmuş. Ücretsiz çıkılıp gezilebiliyor.

Şehir küçük, Vicenza'da görülecek şeyler bitmek üzere. Katedrali görmeyi sona bırakmıştık. Yine dar, şık ve tarih kokan sokaklardan geçerek Piazza Duomo'ya (Katedral Meydanı) gidiyoruz. Şehrin katedrali kırmızı tuğladan yapılma, turkuvaz kubbeli sade bir yapı. İçeriyi gezdikten sonra meydanın karşısındaki Piskoposluk Müzesine (Museo Diocesano) giriyoruz ve bu Vicenza gezimizin son durağı oluyor. Geldiğimiz yoldan gara dönerek Padova trenini beklemeye koyuluyoruz.

Verona'dan Venedik'e giderken yolumuzun üstündeki iki şehri Vicenza ve Padova'yı da görmeye karar vermiştik. Vicenza bir günde gezilebilecek bir şehir. Biraz acele ederseniz birkaç saatte bitebilir. Kesinlikle çok şirin bir şehir ama İtalya'da mutlaka görülmesi gereken türden değil. Vakit sıkıntınız varsa es geçebilirsiniz.

Monte Berico'da şehrin genel görünümü


4 Eylül 2013 Çarşamba

Romanesk, Gotik ve Barok üslup

Seyahate çıktığımızda bir gezi kitabı edinmek ve gezimiz süresince bu kitaptan yararlanmak işimizi kolaylaştırır, gezdiğimiz şehri, ziyaret ettiğimiz yapıları daha iyi tanımamıza yardımcı olur. Bu gezi kitaplarında özellikle dinî yapılardan söz edilirken tanımlama cümlelerinde Romanesk üslupta, Gotik tarzda, Barok stilde gibi sınıflandırmalar görürüz. Peki Romanesk bir katedralle Gotik bir katedral arasında ne gibi bir fark vardır? Barok, Gotik, Rönesans ve Rokoko üslup nedir?

Yuvarlık kemerli Romanesk üslup
Romanesk üslup, Roma İmparatorluğu'ndan bu yana Batı kültürünün geliştirdiği mimari anlayışın eseridir. Belirli esaslar üzerine kuruludur. Bu değişmez özellikler sayesinde bir yapıya bakarak onun Romanesk üslupta olup olmadığını anlayabiliriz. Romanesk yapıların özellikleri nelerdir?
  • Romanesk yapıların en büyük özelliklerinden biri geniş bir alan kaplamalarıdır, fakat yükseklik konusunda çok iddialı değillerdir.
  • Çok kalın duvarlara sahiptir. Duvarların, çatının ve kubbenin yükünü desteklemesi için yan cephelere çok kalın payandalar (destekleyiciler) yapılmıştır. 
  • Dış duvarlara payandalar yaslandığı için aşağı kısımlarda pencere bulunmaz. Pencereler genelde yüksek kısımlarda, küçük boyutta fakat çok sayıdadır. 
  • Pencerelerin küçük boyutlu olmasından ve genelde yalnızca üst kısımlarda bulunmasından ötürü güneş ışığının yapının içine girme olanağı sınırlıdır. Bu nedenle içerisi loş ve kasvetli olur.
  • İçeride ince işlemeler ve süslemeler bulunur. Genelde bunlar soyut figürlerdir ve bakınca çok şey anlamazsınız. Dış cephe süslemeleri ise yok denecek kadar azdır. Dış duvarlar genellikle düzdür.
  • Romanesk yapılarda tonozlar (kemerler) yuvarlak biçimlidir. Aynı uygulama pencere ve kapı çerçevelerinde de görülür. (görseldeki kapı ve pencere tonozlarına bakınız)
  • Kulelerin yüksekliği fazla değildir.
Şimdi Gotik yapıların özellikleri nelerdir, onu görelim.

Gotik üslubun en seçkin örneklerinden Köln Katedrali (Raimond Spekking)
  • Gotik yapılar Romanesk yapıların aksine yatay değil dikey düzlemdedirler. Geniş bir alana yayılmaz fakat çok yüksek biçimde inşa edilirler. Eskiden çoğu şehirde Gotik katedraller şehrin en yüksek yapılarıydı. Gotik katedraller Romanesk katedrallerle karşılaştırıldıklarında yüksekliklerinin neredeyse iki katı olduğu görülür.
  • Dış duvarlar çok daha incedir. Duvarları desteklemek için Gotik üslupta yeni bir uygulama geliştirilmiştir. Buna uçan payanda deniyor. aşağıdaki resimlerde uçan payanda resimlerine bulabilirsiniz.
  • Payandalar dış duvarlara bitişik olmadığı için Gotik yapılarda pencere ögesi çok sık kullanılır. Yalnızca üst kısımlarda değil aşağı kısımlarda da pencereye rastlanır.
  • Pencereler yüksekçe, devasa boyutlarda, çoğunlukla zengin vitraylarla süslenmiş vaziyettedir. Bu sayede güneş ışığı rahatça içeri girer. İçerisi çok daha aydınlık ve ferahtır. 
    Uçan payandalar
  • İç ve dış süslemeler çok ince bir işçilik ürünüdür. Daha somut, hikâyeler anlatan figürler kullanılır. Öylesine fazla oyma ve kabartma bulunur ki neredeyse İncil'de anlatılan tüm hikâyeler kilisenin iç ve dış duvarlarında bu süslemeler sayesinde betimlenmiştir. Geçmişte, okuryazarlık oranın çok düşük olduğu dönemlerde sıradan halkın İncil'de anlatılan kıssaları daha iyi anlaması için bu yola gidilmiş. 
  • Gotik yapıların mimariye getirdiği en büyük yeniliklerden biri de üçgen ve sivri uçlu tonozlar. Bir kilise ya da katedralin yalnızca giriş kapısına bakarak bile Gotik mi Romanesk mi olduğunu anlayabiliriz.
  • Kuleler çok yüksektir. Âdeta göğe ulaşmaya çalışıyormuşçasına uzun kuleler göze çarpar.

Rönesans üslubunun doğduğu yerse İtalya'dır. Romanesk mimarinin kalesi durumunda olan İtalya'da Gotik mimari hiçbir zaman Avrupa'nın geri kalanında olduğu gibi yaygınlık kazanmadı. Bunun yerine 15. yüzyıl mimarları ve sanatçıları arasında başka bir eğilim başladı. Bu sanatçılar eski Roma eserlerini yorumlayıp daha iyi anlama fırsatı buldular ve yaptıkları eserlerde kadim Roma mimarisini ve bu Romanesk üslubu baz aldılar. Bu akım "yeniden doğuş" anlamına gelen Rönesans şeklinde adlandırılmaya başladı. Bu dönemde yapılan eserlerde zengin süslemeler, freskler ve heykeller göze çarpar.

Bol kıvrımlı Barok üslup
17. yüzyıla gelindiğindeyse Rönesans mimarisi yerini Barok üsluba bıraktı. Barok kelime anlamı olarak Portekizcede düzensiz, düzgün biçimli olmayan inci anlamına geliyormuş. Bu mimari üslubun da temelinde işte bu düzensizlik yatıyor. İnce işçilik isteyen, bol kıvrımlı süslemeler bu üslubun en göze çarpan özelliği. Ayrıca çeşitli göz yanıltma yöntemleri kullanarak mekâna ya da yapıya enginlik, derinlik, sonsuzluk izlenimleri  verilir. Abartılı hacim ve dekorlar kullanarak her bir saray ya da mabetle âdeta güç gösterisi yapılmıştır. Barok üslupta inşa edilen eserler arasında Versay Sarayı, Santiago de Compostela Katedrali sayılabilir. Barok üslup bizim mimarimize de damgasını vurmuş bir akım. Avrupa'ya kıyasla yaşantımıza ve kültürümüze çok daha geç girmiş olsa da Dolmabahçe Sarayı, Nuruosmaniye ve Lâleli Camileri bizde Barok üslupta inşa edilmiş önemli yapılardır.

Avrupa'da 18. yüzyılın başlarındaysa Barok üslup da eski ışıltısını yitirmeye başladı ve yerini Rokoko'ya bıraktı. Bu üsluptaki eserlerde simetriye tam bir başkaldırış vardır. Bol kıvrımlı, gösterişli süslemeler göze çarpar. Altın varaklı bezemeler bile görülür. 

Rokoko üslubunda asimetri ön plandadır

İtalyan şehirleri üzerine

Bu yazımda İtalyan şehirleri şöyle güzeldir, böyle güzeldir diye methiyeler düzmeyeceğim. Beni çok rahatsız eden bir konuya değinmek istiyorum. Üzülerek görüyorum ki gerek habercilikte, gerek yayıncılıkta genelde dış kaynaklara bağımlıyız. Bunun sonucu olarak önümüze koyulan metinlerde adı geçen şehir ve bölge adları Türkçe karşılıkları olmasına karşın iş bilmeyen çevirmenler nedeniyle Türkçeye çevrilmiyor. Özellikle İtalyan şehirleri sözkonusu olduğunda bu gözüme çok çarpıyor. Pek çok önemli şehir bazı dillerde özel adlara sahiptir. Bu Türkçede de İngilizcede de böyle. İngilizce bir yazıdan Türkçeye çeviri yaptıklarında çoğu zaman İngilizce adı özgün ad sanıp çevirmeden bırakıyorlar. Örnek vermek gerekirse: En önemli İtalyan şehirlerinden Milano'yu gözönüne alalım. Bu şehrin İtalyanca adı Milano, Türkçeye de bu biçimiyle yerleşmiş. Ama İngilizceden çeviri yapan acemi çevirmenler yüzünden yüzlerce yıldır Türkçe kaynaklarda Milano olarak geçen şehir, bakmışsınız Milan oluvermiş! Torino, Turin'e dönüşmüş. Bu yanlışlar o denli sık yapılıyor ki televizyonlarda, gazetelerde hatta kitaplarda bile rastlar oldum. İşin en kötü yanıysa, artık günlük konuşmalarda bile duyar oldum bunları. Biz Londra'ya London, Roma'ya Rome demiyorsak diğer şehirleri de İngilizce adlarıyla anamayız. Çoğu İtalyan şehrinin Türkçe adları var. Bu konuda özellikle seyahatseverleri dikkatli olmaya davet ediyorum.

Bu yazıda bildiğim kadarıyla Türkçe adı olan İtalyan şehir ve bölgelerinin bir listesini vermeye çalışacağım.

Şehir adları:
  • Roma'yı belirtme gereği bile duymuyorum. Rome diyecek kadar karacahil çıkmaz sanırım :)
  • Milan değil Milano! Milano adı hem Türkçede hem İtalyancada ortak. Milan ise İngilizcesi.
  • Turin değil Torino! Torino adı hem Türkçede hem İtalyancada ortak. Turin ise İngilizcesi.
  • Naples değil Napoli! Napoli adı hem Türkçede hem İtalyancada ortak. Naples ise İngilizcesi. Evet bunu bile İngilizce adıyla kullanan var, Google'da aratın göreceksiniz.
  • Genoa ya da Genova değil Cenova! Genoa İngilizcesi, Genova İtalyancası. Türkçede yüzyıllardır Cenova diyoruz, Cenevizli diyoruz. Yeni icat çıkarmaya gerek yok.
  • Bologna değil Bolonya! Maalesef Bologna adı çok daha yaygın olarak kullanılıyor.
  • Florence ya da Firenze değil Floransa! 
  • Catania değil Katanya! 
  • Allah'tan ki Venedik adı iyi yerleşmiş. Ama hâlâ az da olsa Venice ya da Venezia diyen var. Gördüğüm için listeye ekliyorum.
  • Padua değil Padova! Padova adı hem Türkçede hem İtalyancada ortak. Padua ise İngilizcesi. Özellikle şehirdeki üniversite İngilizcede University of Padua olarak bilindiği için Türkçede böyle kullananlar oluyor.
  • Syracuse ya da Siracusa değil Sirakuza! Türkçede bazı kaynaklarda Siraküza şeklinde de geçiyor. Türkçe yazılışları böyleyken insanları c'lerle uğraştırmanın gereği yok.
Bölge adları:
  • Liguria değil Ligurya!
  • Lombardia değil Lombardiya!
  • Piedmont ya da Piemonte değil Piyemonte!
  • Tuscany ya da Toscana değil Toskana!
  • Aosta Valley ya da Val d'Aosta değil Aosta Vadisi!
  • Sardinia ya da Sardegna değil Sardinya! (Aman çiçek olan Sardunyayla karışmasın :)
  • Sicilya'ya Sicily ya da Sicilia diyen çıkmaz herhâlde ama ben yine de yazayım :)
Bunlar dışındaki şehir, il ve bölge adlarının Türkçeleri yok. Bir-iki tane atladığım olabilir, fark ederseniz lütfen benimle iletişim kurmaktan çekinmeyin. Tabii Türkçesi olmayan yerlerden bahsetmek için İngilizcesini değil İtalyancasını tercih etmemiz gerektiğini unutmayalım.

Bir önemli husus da şehir adlarının İtalyanca telaffuzu. Yukarıda bazı şehir adlarının İtalyanca ve Türkçede ortak olduğunu, aynı şekilde yazıldığını belirtmiştim. Fakat İtalyanca kelimelerde hece vurgusu Türkçedekinden oldukça farklı olabiliyor. Örneğin Napoli İtalyancada da Türkçede de aynı biçimde yazılıyor fakat okunuşta vurgu farkı var. İtalyancada vurgu "a" seslisindeyken (Nāpoli) Türkçede "o" seslisinde (Napōli). Aynı şekilde Pādova > Padōva, Rīmini > Rimīni. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Türkçenin doğru kullanımı konusunda hassasiyetim olduğundan bu yazıyı yazma gereği duydum. Hoşunuza gitmesi ve sizi de bu yönde teşvik etmesi dileğiyle :)

3 Eylül 2013 Salı

Katedral, bazilika, şapel, kilise: Fark ne?

Ne zaman bir geziye çıksam elime aldığım haritada dinî yapılar farklı biçimlerde adlandırılır. Şapel, Kilise, Katedral, Bazilika... Hepsi farklı adla anıldığına göre birbirlerinden farklılar ama bu fark ne? Zira biz hepsini tek bir sözcükle kilise diye geçiştiriveririz. Katedral büyük olanı, evet, ama neye göre, kime göre? Aralarındaki farkı çoğu kişi bilmez.

Çok tanrılı pagan inanışlara sahip eski Avrupalılar, bilhassa Romalılar Hıristiyanlığa geçtikleri zaman geliştirmiş oldukları dinî mimariyi yeni inançlarıyla harmanladılar. Genelde eski tanrılara adanmış tapınakları kiliseye çevirme ya da aynı tapınakların yerine yeni kiliseler inşa etme yoluna gittiler. Zaten zengin bir dinî mimariyle öne çıkan Roma kültürü, Hristiyanlıkla birlikte gelişmeye devam etti. Başta ibadetevi olarak tek biçimde ortaya çıkan tapınaklar gitgide çeşitlendi. Günümüzde Hıristiyan madetleri şapel, kilise, bazilika, katedral, manastır gibi çeşitli adlarla anılıyor. Hıristiyanlık kültürüyle yoğrulmuş Batı dillerinde bu kelimelerin sayısı çok daha fazla ve Türkçede birebir karşılıkları yok. Bu yazıda Hristiyanlıktaki dinî yapıların arasındaki farkı anlatmaya çalışacağım.
Şapel

Şapel: Bu kavram iki farklı anlamda kullanılabiliyor. Şapel için öncelikle 'küçük kilise' diyebiliriz. Hıristiyan ülkelerde yol kenarlarında, mahalle aralarında bu tür küçük ibadethanelere rastlayabilirsiniz. Ayrıca hastane, okul, kışla, saray, han, çarşı, havalimanı gibi yapılar bünyesinde de içinde bulunanların yararlanması amacıyla şapeller olabilir. Şapelin ikinci anlamıysa  tamamen farklı. Bir kilise ya da katedralin içine girdiğinizde sağda ve solda odalar şeklinde girintiler görürsünüz. Bu odacıklardan her biri belirli bir Hıristiyan azizine adanmış ufak çaplı ibadet yerleridir. Kilisenin ya da katedralin bünyesinde bulunmalarına karşın bunlara da şapel denir.

Kilise: Bu kavram Hıristiyan mabetleri için kullanılan en genel sözcük. Kiliseler bazı istisnalar dışında genelde haç planlıdır. Haç planını gözünüzün önüne getirdiğinizde uzun kısımda oturma sıraları bulunur. Tepe kısmında altar denen mihrap bölümü vardır. Rahip ayini buradan yönetir. Sağ ve sol yandaki kollarda birer şapel bulunması oldukça yaygın bir gelenektir.

Tipik bir bazilika
Bazilika: Bu yapılar aslında birer kilise olmakla birlikte kiliselerden ayrılmalarına neden olan bazı nitelikleri vardır. Öncelikle bu ayrımın temeli mimaridir. Bir bazilikanın biçimi şöyledir: Ortada uzun ve yüksek bir koridor, iki yanda daha alçak iki koridor. Bazilikalar dolayısıyla haç planlı değildir. Ortadaki yüksek, yanlardaki alçak olmak üzere üç uzun koridordan oluştuğu için çatısı genelde kubbesiz, yumurta biçimlidir. Nadiren de olsa kubbe bulunabilir. Katolik mezhebine göre Papalık makamının birtakım özel yetkiler verdiği kiliseler de mimari biçimine bakılmaksızın bazilika sayılabiliyor.

Milano Katedrali
Katedral: Genellikle şehrin en büyük kilisesine katedral denir ama bu kavramın büyüklükten ziyade dinî bir yönü vardır. Bir şehirde katedralden daha büyük kiliseler olduğu görülmemiş şey değildir. Gelin görün ki katedralin en büyük özelliği şudur: Ülkeler, Hıristiyan dinadamları tarafından piskoposluk bölgelerine ayrılmıştır. Bu bölgelerin her biri piskopos, yani bir başpapaz tarafından yönetilir. Piskoposun görev yaptığı ve oturduğu kilise o piskoposluk bölgesinin en kıdemli ibadethanesidir. Bu nedenle katedral olarak anılırlar. Dolayısıyla piskoposluk merkezi olan katedraller haiz olduğu önemden ötürü şehrin diğer kiliselerinden daha görkemli ve daha büyük inşa edilegelmiştir.

Sümela Manastırı
Manastır: Bu yapılar genelde inzivaya çekilen dinadamlarının kaldığı külliyelerdir. Bazı manastırlarda din adamı da yetiştirildiği görülür. Kimi yerlerde dinadamlarının manastırın gereksinimlerini karşılamak için zanaat ve tarımla uğraştığı görülür. Manastırların şehirdışına ve hatta ulaşılması zor olduğu için özenle seçilen yerlere yapılması âdeti vardır. Ama şehirlerin içinde manastırlara da rastlanabilir.

Batı dillerinde manastırlar için pek çok sözcük vardır. Hepsinin aralarında ufak farklar mevcut ama bu farkları Türkçede karşılayacak sözcük maalesef yok. Elbette bu Türkçenin yoksulluğundan değil Hıristiyanlık kültürünün bize uzaklığından. Bu sözcüklerden bazılarını paylaşmak istiyorum:

Convent (İng.) Couvent (Fra.) Convento (İsp. + İta.

Bu yapılar en ana hattıyla rahibe manastırı biçiminde Türkçeye çevrilebilir. Manastırda olduğu gibi sıkı bir inziva yeri değil daha çok din görevlileri için bir toplanma yeridir. Genelde şehiriçinde inşa edilirler.

Sanctuary (İng.) Sanctuaire (Fra.) Santuairo (İsp. + İta.)

Bu terim Türkçeye kutsal yer olarak çevrilebilir. Tüm mabet ya da mabedin sadece bir kısmı bu biçimde adlandırılabilir. Eğer kilisenin içinde önemli bir dinî kişiye ait kutsal eşyalar varsa; o kişi bu kiliseye gömülmüşse (Bu Hıristiyanlıkta çok yaygın olan bir uygulamadır) kemikleri, saçı, dişi ya da külleri o kilisede bulunuyorsa; ya kalıntıların bulunduğu kısım ya da yapının tamamı bu terimle anılır.

Abbey (İng.) Abbaye (Fra.) Abadía (İsp.) Abbazia (İta.)

Türkçede hiçbir karşılığı yok. Aslı itibarıyla bir manastır. Ama Abbot/Abbé/Abad/Abate denen seçilmiş bir manastır başkanı bulunuyor ve bu başkan tarafından yönetiliyor.

Priory (İng.) Prieuré (Fra.) Priorato (İsp.) Priore (İta.)

Bir önceki terimle bağlantılı. Ondan daha az öneme haiz bir oluşum. Yine bir manastır olmakla birlikte seçilmiş önderi,Abbot payesindeki din görevlisinden daha aşağı bir hiyerarşik konumda bulunur.

Hermitage (İng.) Ermitage (Fra.) Ermita (İsp.) Eremo (İta.)

Bu terimiyse inziva yeri olarak çevirebiliriz. Kendini dine adayan bir kişinin tek ya da bir grup ülküdaşıyla kendisini kapadığı ıssız ve şehirden uzak yerlerdir. Son derece yalın, süssüz ve gösterişsizdir. Çilehane olarak da adlandırılabilir. Bir yapı olabileceği gibi sıradan bir mağara bile olabilir.


2 Eylül 2013 Pazartesi

Verona

Adige Irmağı, Ponte Pietra ve Katedral
Romeo ve Juliet'in, tarihin ölümsüz iki âşığının şehri Verona! Baştan söyleyeyim: Verona İtalya'nın en güzel kentlerinden biri. Görülmemesi büyük eksiklik olur. Gardaland'da geçirdiğimiz bir günü saymazsak Verona'da dolu dolu iki gün geçirdik. Ama bana sorsanız uzun yıllar Verona'da kalabilirdim!

Verona'ya nasıl gidilir, önce bunun yanıtını vereyim. Verona konum itibarıyla oldukça iyi bir noktada: Milano ve Venedik arasında. Venedik'e biraz daha yakın. Hızlı trene ya da bölgesel trene binmenize göre Milano ve Venedik'ten Verona'ya 1,5 ilâ 2 saatte gelebilirsiniz. Tren yolculuğu Bolonya'dan ise 50 dakika ile 1,5 saat arasında sürüyor. Şehrin 12 km dışında uluslararası uçuşların yapıldığı bir havalimanı da varmış ama Türkiye'den Verona'ya doğrudan uçuş yok. Şehrin iki garı bulunuyor: Porta Nuova ve Porta Vescovo. Şehrin merkezine yakın olanı Porta Nuova. Bölgesel trenler her ikisinde de durduğu için inerken dikkat edin. Bir karışıklık olmasın. Hızlı trenler ile bölgesel trenler arasında süre farkı genelde yarım saat oynuyor. Ama hızlı trenlerin fiyatları genelde iki kat daha pahalı. Bölgesel trenlerde bilet almadan kaçak yolculuk yapanların sayısı çok fazla. Hızlı trenlerde ise denetimler biraz daha sıkı.

Verona'nın tarihî şehir merkezi çok güzel bir noktada kurulmuş. İtalya'nın en büyük ikinci akarsuyu olan Adige Irmağı'nın (Kafkasya Adige'siyle bir ilgisi yok, bu 'Adice' diye okunuyor) geçtiği bir bölgede bulunuyor. Irmağın büyükçe bir menderes yaptığı yerde, kabaca bir üçgen içinde yer alıyor. Bu hâliyle üç yanı suyla çevrili bir kaleyi ya da Suriçi İstanbul'unu andırıyor. Şehrin kara tarafıysa yine İstanbul gibi surlarla çevrili. Bu surların büyük bölümü iyi korunarak günümüze değin ulaşmış.

Trenden indiğinizde bu şehir surlarının hemen dışında, şehre giriş kapılarından birinde buluyorsunuz kendinizi. Şehir merkezine uzaklığı 1,5 km. Yürünemeyecek bir mesafe değil ama yükünüz varsa taksi tutmayı ya da otobüse binmeyi düşünebilirsiniz. Şehirde tramvay ya da metro yok. Biz gar-şehir merkezi arasını 15 dakikadan kısa bir sürede yürüyerek aldık ve şehirde kaldığımız süre boyunca toplu taşımayı hiç kullanmadık. Verona gibi her sokağı açıkhava müzesi görünümünde olan bir şehrin tadına ancak sokaklarında yürüyerek varabilirsiniz.
Porta Nuova (Yeni Kapı)

Porta Nuova'dan (Yeni Kapı) girip karşınıza çıkan düz caddeyi izlediğinizde doğruca Bra Meydanı'na (Piazza Bra) varıyorsunuz. Burada ilk iş turizm ofisine girip ücretsiz şehir planları ve broşürlerden edinin. Basit ve kullanışlı bir harita yapmışlar. Harita üzerinde dört ayrı gezi rotası önerilmiş. A rotası, şehrin çekirdeği sayılabilecek en merkezî semti size gezdirecek. B rotası, sizi şehrin ucuna ve ırmağın öteki yakasına da geçirecek. C rotasıyla merkezden biraz uzaklaşacak ama ırmak kıyısı boyunca bir yürüyüş ve iç caddelerde bir gezinti yapacaksınız. Dördüncü ve son öneri olan D rotasıysa tümüyle ırmağın öte yakasındaki Verona'yı görmeye yönelik. Şaşırtıcı bir şekilde burası da en az Verona'nın içi kadar güzel. Tepelik olan bu semtlerden Verona'nın  nefes kesen güzellikteki manzarasını izleyebilirsiniz. Bizim kaldığımız pansiyon da bu yakadaydı.

Şehir Roma İmparatorluğu döneminden kalma sayısız esere ev sahipliği yapıyor. Rönesans dönemi izlerini taşıyan dinî yapılar ve evlerle Verona eşsiz bir dokuya sahip. Çoğu şehrin aksine Verona'da dinî yapılara da giriş ücretli. Bu nedenle şehrin önemli yapılarına ücretsiz giriş kolaylığı sağlayan VeronaCard'ı almanızı hararetle tavsiye ederim. 48 saat geçerli kartın fiyatı 15 avro. Tek tek bilet almaya kalkarsanız toplamda yaklaşık 45-50 avroluk bir miktarı gözden çıkarmanız gerekebilir. Girmek istediğiniz eserlerin kapısında görevliye kartınızı uzatıp işaretletmeniz yeterli, başka bir ücret ödemiyorsunuz.

Arena'nın dış duvarları biraz bakımsız kalmışsa da iyi korunmuş
Şehrin en görkemli yapıtı hiç kuşkusuz İ.S. 1. yüzyılda yapılmış amfitiyatro. İtalyanların Arena adını verdikleri bu elips biçimli taş yapı günümüze ulaşan en büyük 3. antik tiyatroymuş. 1117 yılında meydana gelen şedit bir depremde bazı kısımları yıkılmış ve yeniden yapılmamış. Dışarıdan biraz yıprak görünse de hâlâ etkin olarak kullanılıyor. Giriş ücreti 6 avro fakat biz Verona Card'ımızla giriyoruz. Dehliz gibi koridorlardan geçip giriş kapılarının birinden geçerek oturakların bulunduğu alana çıkıyoruz. Tarihî bir eser olmasına rağmen İtalyanlar tiyatronun içini cart kırmızı oturaklarla ve fonla donatmış. Kocaman modern bir sahne tiyatronun bir ucunu tamamen kaplamış durumda. Şehirde düzenlenen opera şenlikleri ve konserler bu yapıda gerçekleştiriliyormuş. Özellikle geleneksel opera şenliğinin yapıldığı dönemde tıklım tıklım oluyormuş. Birkaç basamak tırmanıp yüksek oturakların olduğu yere çıkınca hem tiyatroyu daha iyi görüyorsunuz hem de şehri yüksekten gözlemleme fırsatı buluyorsunuz.

Castelvecchio: Kale, köprü ve meşhur 'm' biçimli mazgallar
Amfitiyatrodan ayrılıp A rotasını takip ederek kenti keşfe koyulmaya karar verdik. A rotasının ikinci durağı Castelvecchio (Eskikale) dedikleri ortaçağdan kalma kale. Kırmızı tuğladan yapılmış yapı büyüleyici görünüyor. Verona Card ile ücret ödemeden girip kale duvarları üzerinde yürüyoruz. Surların her tarafı Verona'nın simgesi hâline gelen lâle/üçgen biçimli mazgallarla kaplı. Verona'da her yapıda bu mazgallara rastlayabilirsiniz. Burada elbette savunma amaçlı kullanılıyor ama diğer yapılarda tek amaç dekorasyon. Kale duvarları ve kaleyi şehrin karşı yakasına bağlayan tarihî Castelvecchio Köprüsü üzerinde bolca fotoğraf çekindikten sonra kalenin içinde bulunan müzeyi gezmeye karar verdik. Müze ünlü İtalyan ressam ve heykeltıraşlarının eserlerini barındırıyor. Bir yandan sanat, diğer yandan mimari ziyafeti.

Rotamızda ilerlerken gördüğümüz San Lorenzo (8. yy) ve Santi Apostoli (5. yy)  kiliseleri daha sonra göreceklerimize oranla oldukça sade iki İtalyan kilsesi. Porta Borsari Caddesi boyunca ilerlerken caddeye adını veren Borsari Kapısı'nı da görüyoruz. Bu da tam önünde fotoğraf çekinmelik. Caddenin ucu Erbe Meydanı'na bağlanıyor. Erbe Meydanı trafiğe kapalı, ortasında onlarca tezgâh kurulmuş. Bu tezgâhlarda elişi ya da seri üretim çeşit çeşit inci-boncuk ve hediyelik eşya satılıyor. Çoğu Verona'ya özgü şeyler. Mutlaka sevdiklerinize uygun bir şeyler bulacaksınız. Alışverişten fırsat bulduğunuzda meydanı çevreleyen tarihî konutlara da bir bakın. Büyüleneceksiniz. Ama durun, daha büyüleyici bir şey daha var. Kafanızı kaldırdığınızda gördüğünüz Torre dei Lamberti, Lamberti Kulesi ziyarete açık. Kuleye tırmanıp ya da kolaycılığa kaçıp asansöre binerek kulenin tepesine çıkın ve eşsiz Verona manzarasının tadını çıkarın. Meydandan çıkıp rotayı takip ettiğinizde ince bir işçilik ürünü olan Scaligere ailesinin kabirlerini göreceksiniz.

Lamberti Kulesi'nden Erbe Meydanı ve şehir manzarası
Buradan sonraki adresimiz ise meşhur Casa di Giulietta (Juliet'in Evi). Romeo ve Juliet Shakespeare'in hayal ürünü, kurgusal karakterler olsa da hikâyenin geçtiği Verona'yla öylesine özdeşleşmişler ki insanlar yakıştırmalar yapmaktan geri kalmamış. Şehirdeki bir evi eserdeki balkon sahnesinin geçtiği evle özdeşleştirmişler. Özellikle çiftlerin ve ergenlerin rağbet ettiği bu ev müze olarak tasarlanmış. Meşhur balkonu aşağıdan görebilirsiniz. Bu balkon 1936'da eklenmiş yapıya. Sırf ziyaretçi çekmek için! Evin küçük avlusu her daim ziyaretçilerle tıklım tıklım. İğne atsanız yere düşmeyecek vaziyette. Avlu duvarında artık birbiriyle iç içe geçmiş binlerce mesaj var. Adlarını yazan âşıklar, Juliet'e mesaj bırakan karasevdalılar, deliler gibi fotoğraf çekinen ergenler... Ama evin içine girebilmek için ya bilet almanız ya da Verona Card'a sahip olmanız gerekiyor. Vakit sıkıntınız varsa kart sahibi olsanız da burayı es geçebilirsiniz. Evin tek özelliği tarihî bir Verona yapısı olması. Tekrarlıyorum Romeo ve Juliet'le hiçbir somut bağlantısı yok. Sadece bir yakıştırma. İçeride daha çok hanım ziyaretçileri ilgilendirecek tarihî kadın giyitleri, bazı freskler ve mobilyalar var.

A rotası Leoni Kapısı'yla sonlanıyor. Eskiden bir şehir kapısıyken, günümüzde bir binanın yan cephesini teşkil ediyor bu tarihî kapı. Rota bitmeden önce son durak San Fermo Kilisesi. 11. yüzyıldan kalma, değişik bir mimariye sahip olan bu mabed, aşağı kilise ve yukarı kilise olarak iki kısımdan müteşekkil. Aşağı kilise romanesk, yukarı kilise Gotik biçimde dekore edilmiş. İnce bir ahşap işçiliği örneği teşkil eden tavanı görülmeye değer. Önerilen dört rotadan bağımsız olarak bir de Juliet'in mezarı var. Bu da tabii ki hiç yaşamamış olan Romeo ve Juliet'le aslında hiçbir bağlantısı olmayan yakıştırma bir kabir. Mezarın olduğu yerin yanıbaşında bir de fresk müzesi var. Fazla zengin olduğu söylenemez.

San Fermo Kilisesi
B rotası Castelvecchio'nun önünden başlıyor. 15. yüzyıldan kalma San Bernardino Kilisesi yol üstündeki yapılardan. Gotik bir yapı. Bir sonraki durak ise şehrin en görkemli mabetlerinden San Zeno Bazilikası. Katolik inancına göre her şehrin bir koruyucu azizi vardır. Verona'nın koruyucusu ise işte bu Aziz Zeno. Bazilika onu onurlandırmak için inşa edilmiş. 1117 depreminde buradaki ilk yapı yıkılınca mevcut yapı onun temelleri üzerine yeniden yapılmış. Bu mabetse Romanesk üslupta. İtalya'da bu kadar vakit geçirince kitap karıştırmamış olsanız da kendiliğinizden Romanesk/Gotik ayrımını yapabilmeye başlıyorsunuz! Yapının içindeki freskler ve San Zeno heykeli de turistlerin ilgi gösterdikleri ayrıntılardan. İçeri girişler paralı. Verona Card yine imdadımıza yetişiyor. Bazilikadan çıkınca rotanın tarifi üzerine şehir merkezine Adige Irmağı kıyısında bir gezinti yaparak dönüyoruz.

Aradaki yemek molasını da hesaba katarsak bir gün bu iki rotayı gerçekleştirerek sona eriyor. Yemek için en canlı nokta Arena'nın da içinde bulunduğu Bra Meydanı. Verona ucuz bir şehir sayılmaz. Yemekler de konaklama da biraz yüksek fiyatlarda. Her restoranın dışında açık menü bulunsa da kötü bir sürprizle karşılaşmak istemiyorsanız İtalya'nın tüm büyükşehirlerinde şubesi bulunan zincir restoran Brek'e girebilirsiniz. Çeşitli İtalyan lezzetlerinin yanısıra tatlı ve salata büfe da sunan self-servis bir işletme. Fiyatlar her yerde aynı ve diğer işletmelere oranla daha uygun gibi. İlginçtir, pizza Veronalılar arasında pek rağbet gören bir yemek değil. Verona mutfağında İtalyanların "caballo" dedikleri at etinin ise önemli bir yeri varmış. Denemek istiyordum ama mümkün olmadı. At etinin tadına bakmak konusunda dinî çekinceleri olan okuyucularım için küçük bir not düşeyim: Hıristiyanlıkta bir kısıtlama yok; İslam'da hoş görülmese de yemesi serbest; Musevilikte ise kesinlikle yasak.

Verona'da Konaklamak için yer bulmak ise ekonomik tatil arayanlar için biraz sıkıntılı. Yoğun bir sezonda gittiğimiz ve erken rezervasyon yaptırmadığımız için bütçemize göre yer bulmakta zorlandık. Bu nedenle toplu yatakhanesi ve ortak tuvaleti olan bir Katolik öğrenci yurdunda güçbelâ yer bulduk. İlk kez toplu yatakhanede kaldık ve kesinlikle önermiyorum böyle bir deneyimi. Ödediğimiz para buna rağmen yüksekti. Bu paraya bir başka şehirde bağımsız banyolu çift kişilik bir odayı kolaylıkla tutabilirdik.

Karşı yakadaki yükseltilerden Verona manzarası
Gezimizin ikinci gününe C rotasıyla değil, D rotasıyla başladık. Çünkü D rotası şehrin karşı yakasını yani bizim otelimizin -daha doğrusu koğuşumuzun- bulunduğu bölgeyi kapsıyordu. Doğaldır ki şehir merkezine oranla daha az görecek şey içeriyor ama şehrin bu yakası yükseltili olduğu için Verona'yı tepeden gözlemleme fırsatı buluyorsunuz. Geziye karşı yakanın en önemli yapısı olan kadim Roma tiyatrosuyla başlıyoruz. Arena denen büyük yumurta biçimli amfitiyatroyla karıştırmayın. Bu İ.Ö. 1. yüzyılda yapılmış, Arena'dan daha eski bir yapı. Zaman içinde toprak altında kalmış 1830'larda günyüzüne çıkartılmış. Arena'ya göre daha ufak olmasına rağmen beni Arena'dan çok daha fazla etkiledi. Sırtları taraçalandırılmış. Merdivenleri çıkarak yukarılara tırmanabilirsiniz. Bünyesinde bir de müze bulunduruyor. Arkeoloji Müzesi'nde Verona'nın geçmişten günümüze kalan eserlerini görebilirsiniz. Verona Card'la giriş ücretsiz. Müzeyi es geçmeyin derim.

Verona'nın yokuşları ve Castel di San Pietro
Önerilen rotayı izlerseniz müzenin yanıbaşındaki sokaktan başlayarak tepelere tırmanacaksınız. Burada Castel di San Pietro dedikleri eski bir kışla yapısı var. İçeri girilmiyor, ziyarete kapalı ama buradan muhteşem Verona manzarasını seyre koyulabilirsiniz. Rota üzerinde 3-4 kilise ve Afrika Müzesi bulunuyor. Verona Card bu sonuncusunda geçerli değil.

D rotası bittiğinde başladığımız yere, eski tiyatronun önüne geliyoruz. Burası aynı zamanda C rotasının başlangıç noktası. Birkaç küçük kilisenin yanısıra Verona'nın en önemli dört mabedinden ikisini bu rota sayesinde göreceğiz. İtalyanların Duomo dedikleri, şehrin katedrali bu güzergâhta. Duomo aslında bir yapılar topluluğu. Bizdeki külliyeler gibi. Ortasında revaklarla çevrili bir avlu var. Önce avluya ardından katedrale giriyoruz. Katedral de, taş üstünde taş bırakmayan 1117 depreminin yıktığı bir başka mabedin temelleri üzerine inşa edilmiş. Tavan süslemeleri görmeye değer.  Katedralden sonra ikinci önemli mabet Santa Anastasia Bazilikası. 13. yüzyılın sonlarında yapılmaya başlanmış, inşaatı çok uzun sürmüş ve süslemeleri bitmemiş. Bu nedenle özellikle dışı çok sade bir görünüm arz ediyor. Daha kapısına baktığınızda Gotik dokunun izlerini görüyorsunuz. İçeride ilgi çekici freskler var. Hele bir tanesi var ki hâlâ aklımda. Bu at poposu freskini bulup mutlaka fotoğraflayın!

Güzergâhımızı bitirdikten sonra biraz da kendi başımıza rotalara bağlı kalmaksızın özgürce gezdik. Ara sokaklara saptık. İnsanları gözlemledik. Çok ama çok fazla Türk turist var. Gece dışarı çıkmak istediysek de ertesi gün çok erken kalkıp Vicenza'ya gideceğimiz için otelimize, pardon koğuşumuza dönüp uyumayı tercih ettik.

Hülasa, Verona muhteşem bir şehir. Yalnızca İtalya içinde değerlendirmiyorum. Tüm dünyada görülmesi gereken kentler arasında yer alıyor bence. Arkadaş grubundan ziyade eşle gidip görülmesi gerek. Romantik bir dokusu var. Belki de ben baştan beri Romeo ve Juliet hikâyesinin etkisinde olduğum için böyle düşünüyorum. Ama ister yalnız olun, ister arkadaş grubuyla, isterseniz hayat arkadaşınızla; burayı mutlaka görün!!!  

Bu arada hazır Verona'ya gelmişken Avrupa'nın en büyük ve en çok ziyaret edilen eğlence parklarından Gardaland'ı gezebilirsiniz. Gardaland maceralarımı buradan okuyabilirsiniz.


Daha Büyük Görüntüle