Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu

30 Ocak 2015 Cuma

Hotin

Ukrayna gezisine çıkma kararını verdiğimde aklıma tek bir düşünce vardı. Olabildiğince çok yer görmeli, herkesin gittiği büyük ve kalabalık şehirlerin yanısıra küçük ama önemli kasabaları da gezmeliydim. Bu nedenle gezimin iki önemli ayağı olan İlbav (Lviv) ve Kiev arasında doğrudan yolculuk etmektense, mesafeyi biraz uzatıp güneye, vakti zamanında Türklerin at koşturduğu, Türk bayrağının dalgalandığı topraklara yönümü çevirdim. 8 günlük gezimi İstanbul > İlbav (Lviv) > Çernivtsi > Hotin > Kamaniçe > Kiev > İstanbul güzergâhını izleyerek tamamladım. İşbu yazıda bu rotanın Hotin ayağı anlatılacak.

(Çernivtsi ve Hotin ile ilgili gezi yazılarıma bağlantılara tıklayarak ulaşabilirsiniz!)

Nasıl gidilir?

Kalenin iç avlusunun görünümü
Hotin, Çernivtsi Oblastı sınırları içinde bulunsa da Kamaniçe’ye daha yakın bir konumda yer alıyor. Çernivtsi’den Kamaniçe’ye giden neredeyse tüm otobüsler Hotin’den geçiyor. Çernivtsi otogarına gitmek için üzerinde “автовокзал” (avtovokzal) yazan halk otobüslerine binmeniz gerekiyor. Vardığınız zaman gidip gişelerden bilet alabilir ve binanın arkasındaki peronlardan otobüsünüze binebilirsiniz. Yaklaşık 1-2 saatte bir otobüs kalkıyor. Yolculuk yaklaşık 2 saat sürüyor. Otobüs yol üstünde birkaç kasabada daha duruyor; aman yanlış yerde inmeyin! Sürekli “Hotin? Hotin?” diye sorun :)

Hotin’e Kamaniçe’den (Kamyanets-Podilski) gelmek ise çok daha kolay. Yaklaşık 25 dakikalık bir yolculukla Kamaniçe’den Hotin’e gelebilirsiniz. Ben Çernivtsi’den Hotin’e otobüsle gelip, Hotin’den Kamaniçe’ye taksiyle 125 grivnaya (2015’te 15 TL) gittim. Ukrayna’da taksi çok ucuz, pazarlık etmek ve fiyatı önceden belirlemek koşuyla rahatça kullanmaktan çekinmeyin. Gerçi 125 grivna bile çok fazla. Muhtemelen taksici abimiz beni kazıkladı ama sorun yok. En azından rahat ve güvenli bir yolculuktu.

Hotin, yaklaşık 12 bin nüfuslu orta büyüklükte bir kasaba. Evlerin geneli iki katlı, bahçe içinde müstakil yapılardan oluşuyor. Şehirdeki yegâne çok katlı yapı, merkezdeki Sovyet tarzı çarşımsı yer. Şehir içinde yürüyüş yapılabilecek büyük parklar var. Bunun dışında görülmeye değer tarihî evleri, kiliseleri vs olan bir yer değil Hotin. Hotin’deki en önemli ilgi odağı hiç kuşkusuz kalesi.

Hotin Kalesi’ni şehrin göbeğinde sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Şehir dışında, Dinyester Irmağı kıyısında bulunuyor. Yürümeye kalksanız en aşağı 30-40 dakika alır. Otogardan taksiye atlayın ve kapısında inin. Ben gidiş 20, dönüş 20, beklemesi de 10 grivna olmak üzere toplam 50 grivnaya (6 TL) taksiciyle anlaştım.


Kaleyi ziyaret

Kalenin içindeki kilise
Kalenin girişinde hediyelik eşya satılan bir yapı var. Biletlerin buradan alınacağını sanıp durduk ama biletler için bizi kalenin içine yönlendirdiler. Kalenin içine araç gördüm ama bizi almadılar. Kale kapısında inip biletimi kestirdim ve koca kalede tek başıma olduğumu sanıp ürkekçe içeriyi keşfe başladım. Bu arada girişler tam 20 (2015'te 3 TL), öğrenci 10 grivna. 

Mevsim kış, hava soğuk olmasına rağmen kalede yalnız değildim neyse ki! Büyükçe bir açıklıktan ve kalenin içinde yapılmış kilisenin önünden geçtikten sonra kalenin asıl önemli yerlerine vardım. Büyük, yüksek ve kalın duvarlı binaların içinde nice mahzenler, zindanlar, odacıklar, galeriler var… Olabildiğince hepsine girmeye, hepsini görmeye çalıştım. Bazı bölümleri müze gibi değerlendirmişler. Eski askerî giyitler, önemli kişilerin büstleri, birkaç eski silah, zırh, işkence âleti ve tablo sergileniyor. Tablolardan biri de bilin bakalım kime ait? Genç Osman’a!

Müze genelinde tek bir kelime dahi İngilizce bilgilendirme yazısı, bırakın bilgilendirme yazısını yol gösteren ok veya tabela bile yok. Öyle boş boş, yalnızca bakarak gezmelisiniz kaleyi. Gitmeden önce birkaç satır okumakta yarar var. Ben de bildiğim, öğrendiğim kadarıyla kalenin geçmişiyle ilgili birkaç bilgi paylaşayım…

Kale kapısı ve duvarlar

Kalenin içinde sergilenen tarihi giysiler

Aklın sınırlarını zorlayan işkence aletleri

Birazcık tarih

Kale girişindeki Ukraynaca tabela
Hotin Kalesi’nin geçmişi 900’lü yıllara kadar iniyor. Buradaki ilk yapı Hristiyanlığı resmî din ilân eden meşhur Kiev Knezi 1. Vladimir zamanında yapılan bir tabyaymış. Gel zaman git zaman tabya nice hükümdarlar, nice hanedanlar değiştirmiş. 14. Yüzyılın sonlarına doğru Boğdan (Moldova) Prensi 3. Ştefan zamanında tabyaya birçok ekleme yapılmış, 5-6 metre genişlikte, 40 metre yükseklikte bugüne de ulaşan o muhkem duvarlar eklenmiş.

Türkler olarak pek çok kez kaleyi ele geçirmek için girişimde bulunduysak da ilk zamanlar hep hüsrana uğramışız. Koskoca İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet bile Hotin’i düşürememiş. Hotin, Genç Osman zamanında da kuşatılmış ama bir türlü alınamamış. Dayanacak gücü kalmayan Lehler barış antlaşması istemiş. Hotin, Osmanlı bağlı ama ‘bağımsız’ olarak yaşamını sürdüren Boğdan Prensliği’ne, yani dolaylı olarak Osmanlı’ya bırakılmış. Boğdan askerlerinin yanısıra bir bölük Yeniçeri askeri de daimî olarak kalenin içinde tutulmaya başlamış bundan sonra.

Kale stratejik öneminden dolayı ha bire gidip gelmiş Türkler, Lehler ve Boğdanlılar arasında. Karlofça Antlaşması’yla Kamaniçe Kalesini yitirdiğimiz için Hotin çok önem kazanmış. Bu nedenle 1711’de kukla devletimiz olan Boğdan’dan (Moldova) bizzat biz devralmışız kaleyi. Doğu Avrupa’daki tek kalemiz olduğu için çok önem vermiş, deyim yerindeyse asılmışız kaleye. Duvarlarını güçlendirmiş, yeni eklentiler yapmışız. Ta ki 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Hotin’i sonsuza dek terk eyleyene değin… Ama giderken boş durmamış, kaleyi yakıp yıkmışız. Şu an mimari anlamda kalede bir Türk izine rastlanmamasının nedeni zannediyorum ki budur…

***

Dinyester kıyısındaki Hotin, yemyeşil bir coğrafyanın tam ortasında. Sisli puslu kış mevsiminde bile beni kendine hayran bırakan manzara, yaz mevsiminde yeşile bürününce nasıl güzel oluyordur, hayal bile edemiyorum. Tarihimizle ilgili böylesi önemli bir mekânın bu kadar az bilinmesi ve az ziyaret edilmesi bizim açımızdan üzücü. Gönül ister ki Ukrayna’ya her yolu düşen gitsin, gezsin, görsün.

Ben yanarım da, güzel fotoğraflar çekemediğime yanarım Hotin’de. Siz eğer giderseniz yeşil Hotin’i fotoğraflamayı unutmayın!

Kara kışta bile Hotin yemyeşil bir yer olduğu belli

Kale girişindeki 1. Vladimir (Volodimir) heykeli

29 Ocak 2015 Perşembe

Kamaniçe

Ukrayna’ya seyahat dediğimizde herkesin aklına Kiev, İlbav (Lviv) ve Odessa gelir de, nedense bir dönem Türk idaresinde bulunmuş nice Ukrayna şehrini hiç bilmez; Ukrayna'ya gitsek de hiç gezmeyiz... Bosna, Sırbistan, Bulgaristan vb tamam da, kaçımız bir zamanlar Ukrayna topraklarında Türk bayrağının dalgalandığını biliyor ki?

2015 Ocağında Ukrayna’ya gerçekleştirdiğim ilk seyahatimde, İlbav ve Kiev'in yanısıra bir zamanlar ele geçirdiğimiz bu az bilinen şehirleri de ziyaret etmek istedim. Bu nedenle yolumu uzatmak pahasına, uzun araştırmalar sonrası gezi planıma Çernivtsi, Hotin ve Kamaniçe’yi de eklemeye karar verdim.

Ukraynaca adı Kamyanets-Podilskyi olan şehre Türkçede Kamaniçe demişiz. Şehir o kadar önemli ki, şehirden geçen her millet kendi dillerinde bir ad vermiş Kamaniçe'ye. Lehler Kamieniec, Rumenler Camenița, Litvanlar Kamenecas, Almanlar Kamjanez, Ruslar Kamenets, Museviler Komenets diyorlar. Bense hem tarihe olan saygımdan, hem Türkçeye olan sevgimden, hem de söyleyiş kolaylığından dolayı yazı boyunca Türkçe adı olan Kamaniçe'yi kullanmayı yeğleyeceğim.

(Çernivtsi ve Hotin ile ilgili gezi yazılarıma bağlantılara tıklayarak ulaşabilirsiniz!)

Kamaniçe Kalesi


Kamaniçe Kalesi'nde
Kamaniçe tarihi boyunca bölgenin önemli güçlerinin arasında iktidar savaşlarına sahne olmuş. Lehler, Ruslar ve Türkler mütemadiyen savaşmışlar bu şehri ve muhkem kalesini ele geçirebilmek için. Kaleyi fethetmeyi ancak 1672'de başarsak da öncesinde nice başarısız denemelerimiz olmuş. Nice Türk askeri Kamaniçe Kalesi kuşatmalarında can vermiş.

Efsaneye göre Genç Osman 1621'de dedelerinin yaptığı gibi yine bir umut dayanmış kalenin kapılarına. Bakmış ki ulu bir kale... Sormuş askerlerine "Yâ hû kim yapmıştır bu haşmetli kaleyi?" Demişler ki "Allah yapmıştır padişahım!" Padişah bakmış uzun uzun kaleye ve "O zaman Allah kendi fethetsin burayı" deyip ordusunu geri çekmiş. Bu başarısızlığı Genç Osman'ı sona götüren yolun başlangıcı olmuş.

Kamaniçe'nin fethi, 4. Mehmet'e nasip olmuş. Bir rivayete göre 400 bin kişilik bir orduyla kuşatmış kaleyi ve elbette başarmış. Ama bize yâr olmamış bir türlü Kamaniçe... Osmanlı'nın bu en kuzeydeki kalesi bir türlü elde tutulamamış. Hepi topu 1672-1699 yılları arasında 27 yıl elimizde tutabilmişiz Kamaniçe'yi.

Şehri, Podolya Eyaleti’nin başkenti yapmış; şehirdeki kiliseleri camiye çevirmiş; yıpranmış köprü ve kale burçlarını onarmışız ama meşhur Karlofça Antlaşması’yla Lehlere bırakarak bir daha hiç dönmemek üzere ayrılmışız Kamaniçe’den. Aradan geçen 3 yüzyıldan fazla zamana rağmen, şehirdeki Türk izlerini hâlen sürebiliyorsunuz.

Nasıl gidilir?


Öncelikle Kamaniçe'nin konumundan ve gezim içindeki yerinden söz edeyim. Şehir, Ukrayna'nın güneybatısında bulunuyor. Havalimanı yok. En yakın uluslararası havalimanı Çernivtsi'de ama Türkiye'den Çernivtsi'ye doğrudan uçuş yok. İlbav (Lviv) veya Kiev'e uçup, bu şehirler üzerinden tren veya otobüsle gelmek zorundasınız. Ben İlbav (Lviv) > Çernivtsi > Hotin > Kamaniçe > Kiev güzergâhını izledim. İlbav'dan Çernivtsi'ye geceleyin yataklı trenle 5,5 saatte geldim. Çernivtsi'yi de biraz gezdikten sonra oradan otobüslerle Kamaniçe'ye yaklaşık 2 saatte gidebilirsiniz. Avtovokzal dedikleri otogarları Çernivtsi şehir merkezine yaklaşık 15-20 dakika uzaklıkta. Bunu dikkate almanızda yarar var. Kiev'den geliyorsanız yine demiryolunu seçmek en mantıklısı.



Blog'unu ilgi ve hayranlıkla takip ettiğim Caner Cangül de Kamaniçe'yi ziyaret etmiş ve çok güzel bir yazı yazmış. Benim çok işime yaradı. Gitmeyi düşünüyorsanız ya da onun çektiği Kamaniçe fotoğraflarını görmek isterseniz sayfasını ziyaret etmenizi öneririm. Bu haritayı da yine kendisi hazırlamış. Gideceklere çok yardımcı olacağını düşünüyorum.

Görülmesi gereken önemli yerler


Katedral ve Türk minaresi
Kamaniçe şehri, Smotriç Irmağı’nın oluşturduğu bir menderesin içinde kurulu. Irmak, şehrin çevresinde doğal bir hendek görevi görüyor. Kamaniçe kalesi de, kara tarafında aşılmaz bir kapı gibi dikiliyor. Benim de şehirde ilk ziyaret ettiğim yer Kamaniçe Kalesi oldu. Yetişkinler için 20, öğrenciler için 10 grivna olan giriş ücretini ödedikten sonra kale kapısından geçerek içeri girdim. Mevsim kış, hava soğuk olsa da birçok ziyaretçi vardı kalede. Kale kapısını geçer geçmez açık gördüğüm tüm bölümlere daldım. Burçlara tırmandım, mahzenlere indim. Kalenin içindeki müzeyi gezdim ve kalenin sunduğu muhteşem manzaraları seyre daldım. Yalnız kale çok bakımsız. Avlu toprak ve yağıştan sonra her yer bileğe kadar çamur oluyor ve tahta basamaklar yağ dökülmüşçesine kayganlaşıyor. En azından çamurla başa çıkmak için birkaç kamyon çakıl dökmeyi akıl edemiyorlar mı?

Kaleyi gezmeyi bitirdikten sonra, çevresinde yapacak başkaca bir şey olmadığı için hızlıca kaleden ayrılıp doğruca eski şehir merkezine gittim. Kaleden şehir merkezine gitmek için, şehrin en önemli tarihî eserlerinden biri olan ve yerli halkın Türk Köprüsü dediği eski taş köprüden geçmeniz gerekiyor. Aslında köprü Romalılar döneminde yapılan antik bir yapı olmasına karşın, Türkler şehri fethettikten sonra köprüyü esaslı bir onarıma aldıkları için adı Türk Köprüsü kalmış.

Dominiken Manastırı'ndaki minber
Kale ve köprü dışında bana kalırsa şehirdeki en önemli ve en ilginç yapı Aziz Petros ve Pavlus Katedrali. (St. Peter ve St. Paul Katedrali olarak da geçiyor bazı kaynaklarda) Türkler şehri ele geçirdiğinde bu mabedi camiye çevirmişler. Eklenen minare hâlâ tüm ihtişamıyla dikiliyor katedralin arka duvarına bitişik bir biçimde. Bu minarenin ilginç bir de hikâyesi var… Söylenen o ki, Türkler Karlofça Antlaşması’yla şehri Lehlere bırakmaya mecbur kalmış ama bir şart koşmuşlar şehirden çıkmadan önce: “Yaptığımız bu minareyi yıkmayacaksınız” demişiz. Lehler razı olmuş ama varmış elbet akıllarında bir hinlik… Camiyi yeniden kiliseye çevirirken sözlerinde durup minareye dokunmamışlar ama tepesindeki alemi çıkartıp bir Meryem Ana heykelini konduruvermişler yerine. Daha sonraları 1876'da attan düşerek ölen bir Polonyalı asilzadenin kızı için mermerden bir anıtmezar yapılarak katedralin içine koyulmuş. Bu katedrale gitmek için bir başka önemli tarihî eserin altından, "Zafer Kapısı"ndan geçmeniz gerekiyor.

Tüm Ukrayna şehirlerinde olduğu gibi Kamaniçe’de de adım başı kilise var desem abartmış olmam. Eski merkezde bu katedral dışında Dominiken ve Fransisken manastırları, günümüze yalnızca kalıntıları ulaşmış olan Ermeni Kilisesi ve Triytsy (Teslis) Kilisesi bulunuyor. Dominiken Manastırı da Türk egemenliği döneminde camiye çevrilmiş. Bu yapının minaresi kaldırılmışsa da içindeki minber hâlâ duruyor.

Şehrin yeni merkez denen tarafında gözalıcı mavi rengiyle hemen dikkatleri çeken bir başka mabet daha var: Aziz Yorgi (St. George) Katedrali. Ben şehrin yeni tarafına hiç geçmedim; dolayısıyla bu katedrali ziyaret edemedim. Acaba çok şey kaçırdım mı? Siz eğer gezip görürseniz yorum yapıp beni bilgilendirir misiniz? :)

Ratuşa ve Ermeni Kuyusu
Eski kentin ana meydanı, Polskyi Rynok dedikleri açık alan. Burada 14. yüzyıldan kalma eski bir “kaymakamlık” binası bulunuyor. “Ratuşa” dedikleri bu bina, küçük çaplı bir müzeye evsahipliği yapıyor. Birkaç tarihî para ve nesneden oluşan koleksiyonunda görülmeye değer pek bir şey yok. Es geçseniz de bir şey kaybetmezsiniz. Meydanda “Virmenska Krynytsya” dedikleri Ermeni Kuyusu yer alıyor. Kuyudan ziyade şadırvana benzediğini söyleyebilirim! Meydanda bir de şirin heykel bulunuyor. Modern çizgiler taşıyan bronz heykel elleri belinde çevreyi izleyen fotoğraf makineli genç bir gezgini betimliyor. Önünde güzel resimler çekinebilirsiniz.

Ziyaretinizi kolaylaştıracak bilgiler


Kamaniçe 110 binlik küçük sayılabilecek bir şehir olmasına karşın yıllık 140 bin dolaylarında turist ağırlıyormuş. Yaz aylarında Smotriç Irmağı üzerinde yapılan balon gezileri, şehir şenliği ve Kazak Oyunları turistlerin en çok ilgisini çeken etkinliklermiş. Tabii ben kara kışta gezdiğim için yapabileceğim tek şey tarihî eserlerle yetinmekti. Kamaniçe’de eski şehir merkezinde sayıları az da olsa pizzacıdan lüks restoranlara kadar her bütçeye ve damak tadına uygun yemek yerleri bulunabiliyor. Ben gözüme ilk çarpan ve kalabalık göründüğü için iyi bir mekân olduğu kanısına vardığım meydandaki New York adlı pizzacıya girdim. Deniz ürünlü pizzalarını tavsiye ederim.

Kamaniçe 1 günde gezilebilecek ufak bir şehir. Aynı gün içinde, 20 dakika uzakta bulunan Hotin kasabası ve Hotin Kalesi'ni de ziyaret etmeyi düşünebilirsiniz. Bu kale de bir süre Türklerin elinde kalmış, görülmeye değer tarihî bir yer. Hotin'e taksiyle gidebilirsiniz. Ukrayna’da taksi çok ucuz. Pazarlık yapmak ve fiyatta önceden anlaşmak koşuyla kullanmaktan hiç çekinmeyin.

Kamaniçe'ye bir, hatta yarım bir gün bile yeter fakat programınız bir geceliğine şehirde kalmayı gerektirirse şehir merkezindeki mütevazı hostelleri ya da yeni şehirdeki otelleri tercih edebilirsiniz. Kamaniçe’nin, Türkiye’den kalkıp ‘özellikle görmek için’ gelinecek bir şehir olduğunu söyleyemem. Bir Kiev ya da Lviv değil elbette. Fakat benim yaptığım gibi Kiev-Lviv arasında yolculuk ederken kolaylıkla araya sıkıştırabilirsiniz. Hem fazladan bir şehir görmüş olursunuz, hem de yüzyıllar önce belki dedelerinizin adımladığı topraklarda bu kez de siz yürürsünüz!

Kamaniçe ilgili bir diğer gezi yazım da “gezimanya.com” adresinde bulunuyor. Bağlantıya tıklayıp okuyabilirsiniz. 

15 Ocak 2015 Perşembe

Prado Müzesi'ndeki en önemli eserler

Prado Müzesi, hepsi birbirinden değerli binlerce yapıta evsahipliği yapsa da, içlerinden kimileri sanatsal değerleriyle biraz daha öne çıkıyor. Sapla samanı birbirinden ayırmak gerekir tabii! Onlarca salon ve yüzlerce resim arasında kendinizi kaybetmemeniz ve daha verimli bir ziyaret gerçekleştirebilmeniz için bu yazımda, müzenin en bilinen ve en değerli 15 yapıtıyla ilgili ve konum bilgilerini içeren kısa ve öz bir dizelge hazırladım. Umarım işinize yarar!

01. El Jardín de las Delicias 
(tr: Dünyevî Zevkler Bahçesi)
(en: The Garden of Earthly Delights)

Benim bugüne kadar gördüğüm tablolar arasında en sevdiğim, en yaratıcı bulduğum, bakmaya asla doyamadığım yapıtlardan biri Bosch'un Dünyevî Zevkler Bahçesi adlı çalışmasıdır. Üç kanatlı bu dev çalışma 1500'lerin başında yapılmış. Her bir figür ilginç ayrıntılar taşıyor. Bana kalırsa müzenin başyapıtı! 0. kat 56 numaralı salonda sergileniyor.


02. El Triunfo de la Muerte 
(tr: Ölümün Zaferi)
(en: The Triumph of Death)


Yine müzenin en önemli yapıtlarından sayılan bu tablo, benim de kişisel favorilerin arasında üst sıralarda yer alıyor. Hollandalı ressam Pieter Brueghel (baba) tarafından yapılmış. 1562 yılında yapıldığı sanılıyor. Ölümün tüm dünyevî zevklerin üzerinde nasıl galip geldiğini betimleyen çok simgesel bir yapıt. 0. kat 56 numaralı odada ziyaretçilerini bekliyor. 



03. El 3 de mayo en Madrid / Los Fusilamientos
(tr. Madrid'de 3 Mayıs / İdamlar
(en. The 3rd of May 1808 in Madrid / The Executions)

Goya'nın en bilindik yapıtlarından biri olan "Madrid'de 3 Mayıs" sanat tarihinde çok önemli bir yere sahip. Goya'nın adını duyan herkes muhakkak bu tablosunu da görmüştür. 1814'te yapılan tablo 268 cm x 347 cm ölçülerinde. Madrid'de yaşanan gerçek bir idamı betimleyen bu eser  0. kat 64 numaralı salonda görülebilir.


04. La Crucifixión 
(tr. Çarmıha Geriliş)
(en. Crucifixion)

Flaman ressam Juan de Flandes tarafından Kraliçe Isabel'in hizmetinde olduğu dönemde 1509-1519 yılları arasında yapılmış. 123 cm x 169 cm boyutundaki tablo İsa Peygamber'in çarmıha gerilişini betimliyor. 0. kat 57 numaralı salonda sergileniyor.  

05. La Anunciación
(tr. Beşaret)
(en. The Annunciation)

Fra Angelico imzasını taşıyan ve 1425 yılına tarihlenen bu eşsiz tablo, Cebrail'in Hazret-i Meryem'e İsa'nın doğacağını muştulamasını betimliyor. İslamî literatürde Beşaret-i Meryem denen bu olaydan İncil'de de Kuran'da da söz ediliyor. 195 x 195 cm ölçülerindeki tablo özenle altın varaklı bir çerçeveye yerleştirilmiş olarak 0. kat, 56B numaralı salonda sergileniyor.


06. El Cardenal
(tr. Kardinal)
(en. The Cardinal)

İtalyan ressam Rafael tarafından boyanan bu yağlıboya tablo 79 cm x 61 cm ölçülerinde ve 1510-1511 tarihlerinde yapılmış. O dönemde yaşamış gerçek bir kardinale ait olduğu düşünülüyor. Vatikan'da yapılmış ve İtalyan resminin tüm özelliklerini taşıyor. 0. kat 49 numaralı salonda bulunuyor.



07. Autorretrato
(tr: Otoportre)
(en:Self-portrait)


Alman ressam Albrecht Dürer'in çalışması olan bu otoportre; günümüzü kasıp kavuran özçekim çılgınlığının yüzyıllar önceki hâli. Özçekim yerine özçizim demek daha doğru olur herhalde :) Ressam oturmuş aynadaki görüntüsünü çizmiş. Ortaya bu etkileyici çalışma çıkmış. 1498'de yapılan çalışma 1. kat 55B numaralı salonda yer alıyor.


08. El Descendimiento
(tr. Çarmıhtan İndiriliş)
(en. Descent from the Cross)

Müzedeki en çarpıcı eserlerden biri olan "Çarmıhtan İndiriliş", Flaman ressam Roger van der Weyden tarafından 1435'e doğru yapılmış. 220 cm x 262 cm ölçülerinde ve çok köşeli bir çerçeveye sahip. 0. kat 58 numaralı salonda ziyaret edebilirsiniz.

09. El caballero de la mano en el pecho 
(tr. Elini Göğsünün Üzerine Koymuş Soylu)
(en. The Nobleman with his Hand on his Chest)

Ünlü ressam El Greco tarafından yapılan bu tablo 81,8 cm x 66,1 cm ölçülerinde bir yağlıboya. 1580'lerde yapıldığı sanılıyor ve bugün 1. kat 8B numaralı salonda ziyaretçilerini bekliyor.



10. Las Meninas / La familia de Felipe IV
(tr. Nedimeler / 4. Felipe'nin Ailesi)
(en. Las Meninas / The Family of Felipe IV)

Üstat Velázquez'in en bilinen eserlerinden biri olan Nedimeler, Prado Müzesi'nin koleksiyonunun da en önemli parçalarından biri. Düğün hazırlığında olan Kraliyet ailesi kadınların ve onlara yardım eden damdonörlerin betimlendiği çalışma 318 cm x 276 cm ölçülerinde ve 1656 yılında yapılmış. 1. kat 12 numaralı salonda görebilirsiniz.

11. El sueño de Jacob
(tr. Yakub'un Düşü)
(en. Jacob's Dream)

José de Ribera adlı İspanyol ressam tarafından 1639 yılında yapılan bu yağlıboya tablo 179 cm x 233 cm ölçülerinde. İncil'de anlatılan kıssalardan birini konu ediniyor. 1. kat 9. salonda sergileniyor.


12. Carlos V en la Batalla de Mühlberg
(tr. Mühlberg Muharebesi'nde 5. Carlos)
(en. Carlos V at the Battle of Mühlberg)

Tiziano imzalı bu tablo ise İmparator 5. Carlos'u at üstünde betimliyor. İtalyon ekolünün izlerini taşıyor ve 335 cm x 283 cm boyutlarında. 1548 yılında yapılmış. 1. kat 27 numaralı salonda görülebilir.


13. La Inmaculada Concepción
(tr. Meryem'in Günahsız Gebeliği)
(en. The The Immaculate Conception)

Müzenin en güzel, en simgesel yapıtlarından biri olan "Meryem'in Günahsız Gebeliği" adlı tablo 1767-1769 yılları arasında İtalyan ressam Giambattista Tiepolo tarafınca yapılmış. Meryem Ana'nın günahsız bir biçimde İsa peygambere gebe kalışını betimlemektedir. Tablodaki her ayrıntı İncil'deki bir ayrıntıyı betimliyor. Hz. Meryem'in özellikle insana ilk günahı işleten yılanın üstüne basmakta olması tablonun ismiyle müsemma bir detay. Tablo 1. kat 23 numaralı salonda.


14. Las tres gracias
(tr: Üç Güzeller)
(en: The three Graces)

Flaman ressam Rubens'in 1630-1635 yıllarına tarihlenen bu tablosu; konusunu Yunan mitolojisinden alıyor. Zeus'un ilişkilerinden olma bu üç güzel kız kardeş tanrılara hizmet etmiş üç bakire. Balıketli hatta enikonu tombul diye nitelendirebileceğimiz bu hanımlar, güzellik algısının çağdan çağa ne denli değişiklik gösterebileceğinin en somut göstergesi günümüzde. Tablo 1. kat 29 numaralı salonda yer alıyor.


15. Judit en el banquete de Holofernes
(tr: Judit Holofernes'in Şöleninde)
(en: Judith at the banquet of Holofernes)

Yine din konulu eserlerden biri olan "Judith Holofernes'in Şöleni'nde" adlı çalışma Hollandalı ressam Rembrandt tarafından 1634'te yapılmış. Gerçi bazı kuşkular var yapıtın ona ait olup olmadığı konusunda ama genel görüş bu yönde. İncil'de anlatılan bir kıssanın canlandırıldığı bu tabloda, Holofernes adlı bir askeri öldürmek için onun verdiği şölene giden Judit resmedilmiş. 1. kat 16B numaralı salonda görülebilir.

***


NOT: Bu yazıda kullanılan tüm görseller Wikimedia Commons'tan sağlanmıştır. Kaynak sayfasında belirtilen koşullara uyulduğu sürece kullanılmasında bir sakınca yoktur.

12 Ocak 2015 Pazartesi

Prado Müzesi ziyaret bilgileri

Prado Müzesi'nin Avrupa'nın en iyi sanat müzelerinden biri olduğunu daha önceki yazılarda söylemiş; Prado'yu yeterince övmüştüm. İsterseniz şimdi de biraz Prado Müzesi'ni ziyaret etmek isteyenler için kimi önemli hususlardan söz edeyim.

Ziyaret saatleri


Pazartesi'den Cumartesi'ye sabah 10.00 ile akşam 20.00 arası. Pazar günleri ve resmî tatil günleri sabah 10.00 ile akşam 19.00 arası ziyaret edilebilir.

Müze, Yılbaşı (1 Ocak), İşçi Bayramı (1 Mayıs) ve Noel günü (25 Aralık) kapalı oluyor.

6 Ocak, 24 ve 25 Aralık tarihlerinde ise öğlen 14.00'da kapanıyor.

Müzenin kapanma saatinden 30 dakika önce bilet gişeleri kapatılıyor. Kapanışa 10 dakika kala müze içindeki ziyaretçilerden salonları boşaltmaları isteniyor.

Bilet fiyatları


Biletlerinizi bilet gişelerinden nakit (avro) veya kredi kartıyla satın alabiliyorsunuz.
2015 itibarıyla girişler yetişkin 14 avro olarak ücretlendirilmiş. 65 yaş üzeri ise 7 avro.
18 yaş altı ziyaretçiler, 18-25 yaş arası öğrenciler, turist rehberleri ve basın kartı taşıyanlar müzeyi ücretsiz gezebilirler.

Prado'nun kapısında Louvre Müzesi'nde ya da Eyfel Kulesi'nde olduğu gibi uçsuz bucaksız kuyruklar oluşmuyor fakat ille de biletinizi İnternet üzerinden almayı tercih ederseniz müzenin resmî sayfasında çevrimiçi olarak biletlerinizi satın alabilirsiniz.

Diğer bilgiler


Müzede elektronik sesli rehber hizmeti bulunuyor. Ama diller arasında Türkçe yok. İngilizce, İspanyolca, Fransızca, İtalyanca, Almanca, Portekizce, Rusça, Çince, Japomca ve Korece dillerinden birini biliyorsanız rehberlerden kiralayabilirsiniz. Ücreti 3,5 avro.

İçeride ücretsiz vestiyer hizmeti var. 40 x 40 ölçülerinden büyük çanta ile içeri girmek yasak. İçeride fotoğraf makinesi ve kamera kullanmak da yasak olduğundan dolayı her şeyinizi vestiyere bırakmanızı öneririm. Böylece müzeyi gezerken bir de eşyanızın hamallığını yapmazsınız.

Müze içinde kafe ve mağaza da bulunuyor. Özellikle mağazasına bir uğramanızı tavsiye ederim.

Prado Müzesi'ne ulaşım

Prado Müzesi
Avrupa'nın en önemli müzelerinden biri olan Prado Müzesi, İspanya'nın başkenti Madrid'de, şehrin en merkezi yerlerinden birinde bulunuyor. Müze adını, üzerinde bulunduğu caddeden (Paseo del Prado) alıyor.

Madrid'de her yer birbirine yakın ve yürüme mesafesinde. Ben kaldığım 2 hafta boyunca metroya yalnızca birkaç kez bindim. Her yere yürüyerek gittim çünkü Madrid'de sokaklar bile güzel. Metro ağının 1 ve 2 numaralı hatları müzeye yakın bir konumda yer alıyor ama yeryüzüne çıktıktan sonra 500 metre kadar yürümeniz gerekiyor. Bana kalırsa siz de benim gibi yürüyerek gidin. 1 numaralı (mavi renkli olan) hattın Atocha istasyonu; 2 numaralı (kırmızı renkli olan) hattın ise Banco de España istasyonunda inmeniz gerekiyor. Atocha'dan müzeye yürüme mesafesi biraz daha kısa.

Müzenin yakınından geçen otobüs hatları ise 9, 10, 14, 19, 27, 34, 37 ve 45 numaralı hatlar.


Giriş kapıları


Müzeye giriş yapabileceğiniz 4 ana giriş bulunuyor.
Puerta de Jerónimos (Jerónimos Kapısı)

Bilet gişesinden ya da otomatları kullanarak bilet alabiliyorsunuz. Tek veya birkaç arkadaşınızla birlikte müzeyi ziyaret edecekseniz bu kapıyı kullanabilirsiniz.

Puerta de Goya Alta (Goya Kapısı)

Yalnızca bireysel girişler için açık. Kalabalık gruplar bu kapıyı kullanamıyor. Tek veya birkaç arkadaşınızla birlikte müzeyi ziyaret edecekseniz bu kapıyı kullanabilirsiniz.

Galería Jónica Sur (Jónica Galerisi)

Bu kapıyı bireysel ziyaretçiler kullanamıyor. Yalnızca eğitim amaçlı geziler yapacak gruplara açık.

Puerta de Murillo (Murillo Kapısı)

Yalnızca belirli gruplara açık. Bireysel ziyaretçiler giremiyor.


Haritadaki konumu

10 Ocak 2015 Cumartesi

Prado Müzesi

Prado Müzesi'nin dışarıdan görünüşü
İspanya'nın başkenti Madrid'deki Prado Müzesi, bence mutlaka gezilmesi gereken sanat müzelerinden biri. Yalnızca İspanya ya da Avrupa'daki değil; tüm dünyadaki en iyi ve en zengin müzelerden biri olduğunu sırf ben değil, herkes söylüyor!

Madrid'de geçirdiğim 2 haftalık muhteşem tatil sırasında, ben de Prado Müzesi'ni gezme olanağı bulmuştum. 35 bin eserin sergilendiği Paris Louvre Müzesi'nin yanında oldukça mütevazi bir koleksiyona sahipmiş gibi dursa da bana kalırsa tablo/resim varlığı bakımından Louvre'dan çok daha nitelikliydi Prado.

Genelde hep birbirleriyle karşılaştırılsa da ben Prado ile Louvre'u aynı kefeye koyamıyorum. Louvre'da yalnızca resim ve heykel değil; çanak çömlekten tutun da eski para ve sikkelere varana dek çok daha geniş bir yelpazedeki eserler sergileniyor. Prado ise yalnızca güzel sanatlara odaklanıyor.

1785 yılında İspanya Kralı III. Carlos'un buyruğuyla mimar Juan de Villanueva'ya yaptırılmış. İlk yapılırken müze olarak tasarlanmamışsa da, Carlos'un torunu 7. Fernando zamanında kraliyetin sahip olduğu sanat eseri koleksiyonunun sergilenmesi ve İspanyol resminin diğer Avrupa ülkelerinin resimlerinden hiç de aşağı kalır yanı olmadığını dünyaya duyurmak için 1819 yılında müze olarak kapılarını açmış.

Envanterinde 27 binden fazla yapıt kayıtlı olsa da müze içinde yer sıkıntısından dolayı yalnızca 1300 kadar tablo sergilenebiliyor. Müzeyi her yıl ortalama 2,5 milyon kişi geziyor. Goya, Rembrandt, Bosch ve Velázquez gibi çok önemli ressamların yapıtlarına evsahipliği yapan Prado, Reina Sofía ve Thyssen-Bornemizsa müzeleriyle birlikte "Sanat Üçgeni" (İsp. Triángulo del Arte) denen bir müzeler topluluğu oluşturuyor. Madrid'e gidip bu Sanat Üçgeni'ne girmeden dönerseniz çok şey kaybedersiniz.

Severek ve eğlenerek gezdiğim bu güzel müzede sizlerin de hoşça vakit geçirebilmesi için, kısa ve özlü bir Prado Müzesi Gezi Rehberi oluşturmaya karar verdim. Aşağıdaki bağlantılara tıklayarak bilgi edinmek istediğiniz konuyla ilgili yazıya ulaşabilirsiniz.


***

Bu yazı dizisinin bir benzerini de Paris'teki Louvre Müzesi için oluşturmuştum. Buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.

9 Ocak 2015 Cuma

Guggenheim Müzesi

Guggenheim önünde bendeniz!
Bilbao Guggenheim Müzesi, dünyanın en çok ziyaret edilen müzelerinden biri olmasa da, en çok tanınanlardan biri olduğu kesin. Çağdaş sanattan hiç hazzetmediğimi baştan söylemeliyim. Ancak, başta mimari özellikleriyle ziyaretçilerin dikkatini çeken müzeyi ben de 2013 yazında, 1 aylık Bask Bölgesi ziyaretim sırasında gezme olanağı bulmuştum.

Bilbao, başkent Madrid, Barselona ya da San Sebastián gibi şehirlerin yanında oldukça sönük kalsa da, içinde pek çok ilgi çekici nokta barındırıyor. Bunlardan en önemlisi hiç kuşkusuz Bilbao Guggenheim Müzesi.

Müzenin temelleri


Öncelikle Guggenheim’a ilişkin genel birkaç bilgi vermek gerekir diye düşünüyorum. Bu müze, Guggenheim adını taşıyan çok sayıda müzeden biri. Çağdaş sanat koleksiyoneri Solomon R. Guggenheim’ın kurduğu organizasyonun açtığı bir müze. Bilbao dışında bugün New York, Venedik, Abu Dabi’de de birer ayağı bulunan Guggenheim’lara çok yakında Helsinki’de bir yenisi daha eklenecek. Acaba bizim İstanbul’umuz için biri bir gün böyle bir öneri sunar mı?

Guggenheim Bilbao, uzun süren yer arayışları ve inşaat sürecinin ardından Ekim 1997’de açılmış. Bilbao kentini boydan boya ikiye ayıran Nervión Irmağı kıyısında, eski liman bölgesinde bir arsa üzerine yapılmış. Mimarı, mimarlıkla azıcık haşır neşir olan herkesin yakından tanıdığı Frank Gehry. Dünyanın pek çok yerinde birbirinden ilginç tasarımlı binalar tasarlayan Gehry, Bilbao Guggenheim’a da imza atmış. Binanın tasarımı tek kelimeyle “değişik”. Taş, cam ve titanyum paneller kullanılarak yapılan bina kısa sürede ilgi odağı olmayı başarmış. En saygın mimarlık ödüllerini kapmış ve dahası Bilbao’nun da müzenin de adını kısa sürede duyurmakla kalmamış; müze olma vasfından ziyade, kendi mimarisiyle adından söz ettirmeye başlamış. İşte bu olay, literatüre “Bilbao Effect / Bilbao Etkisi” diye girmiş.

Yapı uzay çağından fırlamış gibi görünüyor. Gerçekten çok ilginç. İnsan incelemekten zevk alıyor. Fakat tüm yapıların böyle olduğu bir şehirde ya da dünyada yaşamak istemezdim. Bu kadar metaliklik fazla olurdu doğrusu.

Müzeye geliş


Bilbao’ya yolunuz düşerse, hiçbir yere uğramasanız bile bu müzeye mutlaka gelmelisiniz. 2 saat müzenin tümünü görmek için yeter de artar. Bilbao küçük bir şehir ve şehiriçi ulaşım oldukça kolay. Otobüslerden 1, 10, 13 ve 18 numaralı olanlar Plaza del Museo de Bellas Artes durağında duruyor, duraktan müzeye 5 dakikalık yürüme mesafesinde olacaksınız. 13, 27, 38 ve 48 numaralı otobüsler Alameda de Rekalde durağında duruyor. Yine kısa bir yürüyüşten sonra müzeye varıyorsunuz. 11 ve 71 numaralı otobüslerse ırmağın öbür yakasında Plaza de La Salve durağında sizi indiriyor. Asansörle köprünün üstüne çıkıp köprüden geçerek müzeye ulaşıyorsunuz. 10 dakika yürüme mesafesinde Moyua metro istasyonu; hemen önünde ise Guggenheim tramvay durağı bulunuyor. Ama size önerim, Nervión Irmağı kıyısında güzel bir yürüyüş yaparak müzeye yaya gitmeniz.

Müzeye giriş


Müze Salıdan Pazara 10.00 ve 20.00 saatleri arasında ziyaret edilebiliyor. Pazartesi günleri kapalı. Noel tatili ve yılbaşında da hizmet vermiyor. Bilet gişesi kapanış saatinden 30 dk önce kapatılıyor ve kapanıştan 15 dk önce ziyaretçilerden müzeyi boşaltmaları isteniyor.

Yetişkinler için giriş 13 avro, 26 yaş altı gençler için 7,5 avro; 12 yaş altı çocuklara ücretsiz. Bilbao Güzel Sanatlar Müzesi (Museo de Bellas Artes de Bilbao) girişini de içerek ikili biletten alıp tasarruf edebilirsiniz. İki müzeye birden giriş olanağı sunan bu biletler ise 14 avro. Bilet ücretlerine sesli elektronik rehber aygıtı da dâhil. Dil seçenekleri içinde Türkçe yok. İngilizce, Fransızca ya da İspanyolca seçeneklerinden birini seçmelisiniz.

Müzede vestiyer hizmeti de sunuluyor. Müze içinde fotoğraf çekimi ve kamera kaydı yapılması ise yasak.

Müzeyi geziş


Müzeyi gezmeye hemen girişten sonra yer alan Zero Espazioa’dan başlayabilirsiniz. Buradaki ekranlardan gerekli broşürleri bastırabilir; müze ve sergilenen yapıtlarla ilgili ön bilgi edinebilirsiniz. Atrio Central dedikleri ana avlu, müzenin merkezi diyebiliriz. Üç kata yayılan sergi galerileri bu ana avlu çevresinde bulunuyor ve her kat asansörlerle ve geçitlerle birbirine bağlanıyor.

Müzede toplam 20 sergi salonu var. Ayrıca bir oditoryum, restoranlar ve mağaza da yer alıyor. Müze dışarıdan son derece biçimsiz ve karmaşık görünse de iç tasarımı oldukça yalın ve yolunuzu bulmak çok kolay.

Müzeyi keşif


Müzede sürekli sergilerin yanısıra geçici sergiler de yer alıyor. Genelde diğer Guggenheim müzelerinde sergilenen yapıtlar ya da dünyanın dört bir yanından geçici olarak kiralanan çağdaş sanat eserleri görücüye çıkıyor. Ben, çağdaş sanatı günahım kadar sevmediğimden mütevellit; Guggenheim’ı daha ziyade bir mimarlık dehası diye gezdim.

Guggenheim’de sergilenen eserler içinde en çok hoşuma gidenler –şu sözcüğü hiç sevmesem de- instalasyonlar oldu. Bakınca bir şey anlamadığım tablolar kesinlikle ilgi alanım dışında. İşte Guggenheim Müzesi’nde mutlaka görülmesi gereken eserler:


 Puppy (tr: Enik, Köpekçik)


Müzenin maskotu, belki de simgesi oluveren bu tatlı köpekçik, müzenin hemen girişinde bulunuyor. 12 metrelik dev instalasyon çelik bir iskelet, bolca toprak ve binlerce çiçekten oluşan "yaşayan" bir yapıt. Jeff  Koons tarafından hayata geçirilen çalışma, 1992'de tamamlanmış; müze açılınca buraya getirilmiş. Sanat yorumcularına göre "ağırbaşlı ve yiğitçe duruşuyla bu sevimli köpek, müzenin girişinde müzeye bekçilik ediyormuş" İtiraf etmeliyim, bugüne dek duyduğum en mantıklı çağdaş sanat eseri yorumlarından biriydi!


Maman (tr: Anne)


Maman (anne) adını taşıyan bu örümcek konulu çalışma, Fransız sanatçı Louise Bourgeoise tarafından  1999 yılında yapılmış. Bakır, mermer ve çelik malzemelerle oluşturulan çalışmanın yüksekliği neredeyse 9 metre. Sanatçı yapıtını "anne" olarak adlandırmış ve kendi annesine adamış. Örümceklerin ağı nasıl ki hem yavrulara bir yuva; hem de av yakalamak için bir tuzaksa, yorumlara göre bu yapıt anneliğin hem koruyucu hem yırtıcı yönünü betimliyormuş. Örümceğin ince bacakları ise aynı anda hem kırılganlığı hem dayanıklılığı simgeliyormuş. Kendisi de bir anne olan bu örümcek, karnının altındaki kesecikte yumurtalarını taşıyor. Görenlerde şaşkınlık ve korku uyandıran bu heykel, aslında ince bacaklarıyla son derece kırılgan, savunmasız bir canlıymış. Yani görüntüden korkup yılmamayı, kazanmak için çabalamayı öğütlüyormuş.

Tulips (tr: Lâleler)


Bu dev lâleler de Puppy gibi bir Jeff Koons yapıtı. Tam olarak neyi simgelediğini bilmesem de, dekoratif olarak hoş göründüğünü söyleyebilirim. Gözalıcı renkleriyle sizi yanıbaşlarında fotoğraf çekinmeye âdeta davet ediyorlar.

The Tree & The Eye (tr: Ağaç ve Göz)

Daha önce pek çok yapıtı İstanbul'da da sergilenen Anish Kapoor'un bu çalışması müzenin en yeni üyelerinden. Öncelikle Kapoor'u zerre kadar anlamadığımı belirtmek istiyorum. 13 metre yüksekliğindeki çalışma paslanmaz çelikten yapılmış kürelerden oluşuyor ve bir havuzun orta yerine yerleştirilmiş. Küreler üzerine yansıyan bozulmuş şehir manzaraları sayesinde insana insan gözünün her zaman doğruyu görmeyeceğini anlatıyormuş.

The Matter of Time (tr: Zaman Meselesi)


Bu dev çalışma Bilbao Guggenheim Müzesi'nin en bilindik yapıtlarından. Richard Serra imzasını taşıyan bu labirentvari çalışma adının belirttiğine göre zaman mefhumu hakkında fakat çağdaş sanattan anlamayan ben, herhangi bir bağlantı kuramadım. "Duvar"ların arasında gezilebiliyor ama benim gibi içinde bir desen, bir tablo falan görmeyi beklerseniz yanılırsınız. Bu da böyle bir eser işte!

Installation for Bilbao (tr: Bilbao İnstalasyonu)

Jenny Holzer imzalı bu "yapıt" bana sorarsanız kesinlikle sanat değil. Sanat yorumlama konusunda bilirkişi olduğumu iddia etmiyorum elbet ama LED ışıklı dükkân tabelaları ne zamandan beri sanat olarak değerlendirilir oldu bilmiyorum. Öyle olsa, bizim bütün cadde ve sokaklarımız bir açıkhava müzesi... 

***

NOT: Bu yazıda kullanılan tüm görseller Wikimedia Commons'tan sağlanmıştır. Gerekli koşullara uyulduğu sürece kullanılmasında bir sakınca yoktur.

8 Ocak 2015 Perşembe

Buenos Aires

Tango'nun doğduğu topraklara yolculuk başlıyor!
Buenos Aires yolculuğu benim için hiç hesapta olmayan bir serüvendi. Büyük bir şans eseri, bana armağan olarak verilen bu gezi, hiç kuşkusuz hayatımın en ilginç deneyimlerinden biri oldu. Arjantin gezimin kısa öyküsünü ve gezi boyunca yaşadıklarımı izninizle anlatmaya başlıyorum!

Kazık kadar adam olmuş ama takımım Fenerbahçe’nin hiçbir maçını stadyumda canlı izlememiştim. Ülkede Passolig Kart uygulaması başlayınca, işler gözüme daha da bir karmaşık görünmüş; bu saatten sonra hayatta izleyemem diye düşünüp hayıflanmıştım. Sonra bir gün öğrendim ki Passolig Kart çıkartmak hiç de o kadar güç değil. Başvurumu yaptım; kısa sürede kartım çıktı ve elime ulaştı. Ben, maç olsa da gidip Kadıköy’de izlesem diye beklerken bir sabah telefonum çaldı. Ahizenin diğer ucundaki ses, “Passolig Kart çıkaran 500 bininci kişi oldunuz, haydi sizi teknik direktör Hikmet Karaman ile birlikte gezmeye ve maç izlemeye Arjantin’e götürüyoruz” diyordu.

İnanmayıp, bir hayli mesafeli konuşmuş; ardından da Passolig müşteri hizmetlerini arayıp “demin beni aradılar, böyle böyle dediler, siz beni mi kandırıyorsunuz” diye ciddi ciddi çıkışmıştım. İnanmakta hâlâ güçlük çeksem de, hepsi gerçekti ve kısa bir süre içinde e-posta kutuma adıma yapılan otel ve uçak bileti rezervasyonları düşecekti!

İşyerimden izin almak düşündüğümden de kolay oldu. Haberi duyan müdürüm, önce bir kahkaha attı, sonra da dört gözle beklediğim “olur”u verdi. Şimdi artık sıra, Aralık ayının İstanbul’unda, yazın en sıcak günlerini yaşayan Buenos Aires için bavul hazırlamaktaydı.

Menzile doğru 18 saatlik uçuş


THY'nin Säo Paolo uğramalı Buenos Aires uçağı
Mayolu, plaj terlikli, şortlu, bol tişörtlü bir valizi son gecede hazırlayıp heyecan içinde yatağa girdim. Sabah Türk Hava Yolları’nın São Paolo uğramalı Buenos Aires uçağına binmek üzere, evimin yanıbaşındaki Atatürk Havalimanı’na doğru yola çıktım.

Buenos Aires uçuşu ilk uzun yol deneyimim olacaktı. İlk kez bu denli batıya uçacak, ilk kez güney yarımküreye inecek, ilk kez Avrupa dışında bir ülkede bulunacaktım. İstanbul’dan 09.30’da kalkması gereken uçağımız hoşgörülebilir bir rötarla havalandı ve durmaksızın São Paolo’ya dek gitti. Akdeniz üstlerine kadar her yer yoğun bulutlarla kaplı olsa da, Afrika kıtasının üstlerine gelince bulutlar dağıldı ve Sahra Çölü üzerindeki birkaç saatlik yolculuğumuz başladı. Çöl manzaraları gerçekten büyüleyiciydi.

Säo Paolo’da inenler indi. Yakıt ikmali, malzeme temini ve uçak temizliği yapıldıktan sonra uçağa yeni yolcular alındı. Normalde Türk Hava Yolları’nın seferi Säo Paolo’da son buluyormuş. Ancak Säo Paolo – Buenos Aires arasındaki seferlerin yetersiz kalmasından dolayı Türk Hava Yolları’na yolcu taşımacılığı yapması için teklif sunmuşlar ve bizimkiler de kabul etmiş. Bilen bilir, havacılık kurallarına göre Türkiye merkezli bir havayolu şirketi, iki yabancı ülke arasında yolcu taşıyamaz; bizimkilere torpil yapmışlar. Neyse, ayrıntıda boğulmayalım, akabinde biz Säo Paolo’dan aldığımız yeni yolcularla, bir başka rötar daha yaparak Buenos Aires’e devam etmek için yeniden havalandık. Uçakta, rötarları saymazsak Säo Paolo’daki bekleme de dâhil olmak üzere bilfiil yaklaşık 18 saat geçiriliyor. Buenos Aires’e indiğimizde saat 23.30’u geçiyordu. Türkiye’yle Arjantin arasında 5 saatlik zaman farkı var. O saatlerde Türkiye’de neredeyse sabah oluyordu.

Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, Buenos Aires her ne kadar çok büyük bir şehir olsa da gezilecek, görülecek çok fazla şey yok. Buraya kadar gitmişken, çevredeki diğer ilgi çekici alanlara vakit ayırmak çok iyi bir fikir olur. Buenos Aires’te görülmesi gereken yerleri uzun uzadıya anlatmayacağım. İnternette kısa bir araştırmayla bir sürü liste bulabilirsiniz. Ben bu yazıda daha ziyade şehrin ilginç bulduğum yönlerine değinmek istiyorum. Bunları bilerek gezdiğinizde, inanın daha iyi keşfedeceksiniz Buenos Aires’i.

Buenos Aires yolları taştan…


9 Temmuz Bulvarı ve Dikilitaş (El Obelisco)
Buenos Aires’in ana aksını, dünyanın en geniş caddesi olan 9 Temmuz Bulvarı (Avenida 9 de Julio) oluşturuyor. 140 metre genişliğindeki caddede kaç şerit olduğunu sayamadım bile! Öylesine geniş bir yol ki, karşıdan karşıya geçmeye bir trafik ışığının süresi yetmiyor. Bulvarın odak noktasında Buenos Aires şehrinin 400. kuruluş yıldönümü anısına inşa edilen dikilitaş (El Obelisco) bulunuyor. Bugün bu anıt, Buenos Aires’in simgesi olmuş desek yanlış olmaz. Önünde bir fotoğraf şart!

Yine şehrin en işlek yollarından olan Corrientes, Lavalle, Mayo, Santa Fe ve Cordóba caddeleri, bu bulvara bağlanıyor. Yüzlerce mağaza, kafe ve restoran arasında bir gününüzü yalnızca caddelerde yürümeye ayırabilirsiniz. Şehrin özellikle eski semtleri, Avrupa kentlerini aratmıyor mimari bakımdan.

Caddeler, kent kurulduğundan bu yana bir plan doğrultusunda inşa edilmiş. Tüm yol ağı, ızgara biçimli, birbirini dik kesen caddelerden oluşuyor. Caddelerde hafifçe bir dönemeç, en ufak bir kıvrılma bile yok. Caddeler öylesine uzun ki, kapı numaraları 7000-8000’lere ulaşıyor. Bilmemne Caddesi 8145 numarada oturmak! Kulağa ne garip geliyor. Türkiye’de 2000’i aşan cadde var mıdır bilmiyorum!

Bir diğer ilginç nokta da, Buenos Aires’in idarî yapısıyla ilgili. Federal şehir olarak adlandırılan Buenos Aires, hiçbir ile ya da bölgeye ait değil. Özerk bir yönetim yapısı var. “La ciudad de todos los Argentinos” yani “Tüm Arjantintilerin Kenti” yazısı şehrin her yerine kazınmış. Üstüne basarak Buenos Aires’in tüm Arjantin halkına ait olduğunu belirtiyorlar. Artık şehir efsanesi midir, gerçek midir bilmem, bu yüzden Buenos Aires’te belediye olayı da yokmuş. Mesela belediye ya da devlet kaldırım yapmazmış Buenos Aires’te. Her bina kendi önüne kaldırım taşı döşermiş. Bu yüzden kaldırımlar yamalı bohça gibi. Çok bozuk ve çok bakımsız. Yağmurlu havada bastığınız taşın vıcık vıcık su ve çamur fışkırtması olası. Yürürken yerinden oynamış bir taşa takılıp düşmemeye dikkat edin. Ha bir de kaldırımlar üzerindeki köpek dışkıları… Buenos Airesliler köpekleri çok seviyor ama anlaşılan dışkıları toplamak gibi bir âdetleri yok.

Buenos Airesi’in Ak Saray’ı ve Aksaray’ı


Arjantinlilerin Ak Saray'ı. Casa Rosada (Pembe Ev)
Casa Rosada (Pembe Ev) dedikleri Hükûmet Binası ve çevresi gerçekten görülmeye değer bir semt. Burası Arjantin’in “Beyaz Saray”ı oluyor. Pel öyle görkemli ve büyük değil. Arjantinliler mütevazı davranmışlar diyebilirim. Plaza de Mayo (Mayıs Meydanı) dedikleri alan, Arjantin halkı için simgesel bir önem taşıyor. Bizim için Taksim’de gösteri yapmak neyse, onlar için de Plaza de Mayo’yu doldurmak aynı şey. Bu semt böyle lüks görünmesine karşın akşam olunca dokusu tamamen değişiyor. Yerlere seyyar sergiler kuruluyor ve etraf bir pazaryerine dönüyor. Sabah Nişantaşı havasını taşıyan semt, akşam Mahmutpaşa, Tahtakale, Aksaray’a dönüşüyor! Elişi ürünlerden tutun da, hazır giyime kadar çok çeşitli ürünleri burada uygun fiyata satın alabilirsiniz.

Şehrin bir diğer canlı noktası da Palermo. Alçak katlı evleri, yıllanmış ulu çınar ağaçlarıyla süslü caddeleri ve birbirinden şirin kafeleriyle bu semt, Buenos Aireslilerin eğlence ve sosyalleşme alanı diyebiliriz. Özellikle Cuma ve Cumartesileri semt cıvıl cıvıl ve eğlence sabahın ilk ışıklarına değin sürüyor. Palermo’ya uğramadan Buenos Aires’ten dönmek olmaz! Palermo semtindeki bitpazarı ve San Telmo semtindeki açıkhava pazarında bulamayacağınız şey yok. Özellikle San Telmo pazarı ve çevresi çok hareketli bir yer. Buenos Aires’e gelen turistlerin uğramadan ayrılmadığı yerlerden.

Et memleketinde karın doyurmak


Açıkbüfe et restoranlarına mutlaka uğrayın!
Puerto Madero denen eski liman bölgesi de şehrin bir diğer odak noktası. Eski liman sahasını ve antrepoları onarıp yeniden kullanıma kazandırmışlar. Şimdi bölge kafe ve restoranlarıyla bambaşka bir çehreye bürünmüş. Karşı kıyıdaki gökdelenler ise Arjantin iş dünyasının kalbinin attığı yerler. Bu semt, merkeze görece biraz uzak kalıyor. Fakat özelikle Puerto Madero’yu gökdelenlerin olduğu lüks bölgeye bağlayan tüm köprü, cadde ve sokakların başında birer-ikişer polis bulunuyor. Şehrin en güvenli bölgelerinden biri diyebilirim. Bu bölgede bir et restoranında karın doyurup, güzel bir dondurma yemeden dönmek olmaz!

Yiyeceklerden söz açılmışken, Arjantin mutfağına değinmemek olmaz. Arjantin mutfağının belirgin bir özelliği ya da yemeği olduğunu duymadım ve gözlemlemedim. Ancak eti çok sevdikleri ve bolca tükettikleri aşikâr. Her yer et restoranı dolu ve et inanılmaz ucuz. Hâliyle porsiyonlar kocaman. Menülerde genelde alacağınız etin kaç gram olacağı yazıyor. 500 gramlık et bulunan bir porsiyonu çok görüp de biriyle bölüşmeye, ortak almaya kalkmayın sakın! İnsan yemeye doyamıyor…

Arjantin’de şaşırtıcı olarak zeytinler de çok leziz. Etin yanında çoğu yerde, çeşit çeşit peynirler, kocaman kocaman kalamata benzeri zeytinler ve acılı ezmeye benzer bir sos da servis ediyorlar. Soğan ve roka istemekten de çekinmeyin. Etin yanında onlar severek yiyor. Domuz eti pek yaygın değil. Genelde sığır ve keçi yiyorlar. Siz de benim gibi domuz eti yemiyorsanız, yine de sorup doğrulamakta yarar var. Neredeyse tüm restoranlarda domuz ve sığır etleri aynı ızgara üzerinde pişiyor. Bunu sorun eden biriyseniz şimdiden haberdar olun.

Ben şarap sevmem de, içmem de; ancak Arjantin bağcılık ve şarapçılık konusunda da çok ileri bir ülke. Eğer içiyorsanız Mendoza ve Malbec şaraplarını ısrarla isteyiniz. Tatlı olarak “dulce de leche” ile Roma dondurmalarına taş çıkartan Buenos Aires dondurmalarını deneyebilirsiniz.

Futbolla yaşayan bir şehir


Maç vaktinden önce tribünleri dolduran Boca Juniors taraftarları
Futbol, Arjantin kültüründe çok önemli bir yere sahip. İnsanlar futbol için yaşıyor desem abartmış olmam. Futbol fanatizmini oldum olası anlamam ve hiç tasvip etmem ama Arjantin’deki fanatizm alışılmıştan çok farklıydı. Bir kere, futbol erkeklerin tekelinde değil bu ülkede. Kadın, çocuk ve yaşlılar da eşit oranda futbol delisi. Buenos Aires’te geçirdiğim 5 gün boyunca 3 maç izleme fırsatım oldu. İlk maçım, Buenos Aires’in köklü takımlarından Banfield-Rosario Central karşılaşması oldu. İkinci ve en coşkulu karşılaşma ise belki de Arjantin’in en büyüğü olan sarı-lacivertli Boca Juniors ile Gimnasia La Plata arasındaydı. Boca’nın efsanevi stadı La Bonbonera’da oynanan maç, yaşamım boyunca unutamayacağım bir anı oldu benim için. Bu fırsatı bana sunan Passolig’e bir kez de bu yazı aracılığıyla teşekkür etmek istiyorum.

Size önerim, Buenos Aires'e giderseniz River Plate, Boca Juniors, Independiente, Racing, Gimnasia gibi büyük takımların maçlarına gitmeniz ve bu coşkuyu paylaşmanız. Maçlar genelde güvenli. Holiganlar genelde kale arkasında toplanıyor. Yan tribünlerde çocuklu ailelerle sıkıntısızca maç izleyebilirsiniz. Taraftarlık ve takıma bağlılık öyle güçlü ki bu ülkede, maç öncesi ve sonrası çıkan olaylarda ölüm ve yaralanmaların sayısı artınca maçların yalnızca evsahibi takımın taraftarıyla oynanmasına karar verilmiş. Konuk takımların taraftarları hiçbir şekilde stada alınmıyor.

Futbolun yanısıra başka bağlılıkları da var Arjantin halkının. Öncelikle çok dindarlar. Malûm, Papa Francis de Arjantinli. Bu nedenle daha da bir hissediliyor dinlerine bağlılıkları. Katoliklerin ruhanî önderinin kendi halklarından olması onlar için bir övünç kaynağı. Her yerde Papa Francis resimler, heykelleri, çıkartmaları var. Bizde nasıl araçlara cevşen, nazarboncuğu, Kâbe anahtarlığı takılırsa; onlar da haç, Hz. Meryem’in eli (Bizde Fatıma’nın eli) ve dua çıkartmaları asıyorlar, yapıştırıyorlar. Bindiğimiz tüm taksilerde takımlarının armasıyla birlikte, bunlar gibi bir dinî figür dikiz aynasını süslüyordu.

Taksilerin dayanılmaz ucuzluğu


Buenos Aires'in en konforlu otobüsleri
Buenos Aires’te ulaşım öyle kolay ki… Üstelik çok da ucuz. Öncelikle havalimanından şehre ulaşmaktan bahsedelim. 8 numaralı otobüsü kullanarak şehir merkezine gitmek bir seçenek. Fakat çok dolanıyor; yolculuk 2 saati aşıyor. Zamanınız çok, paranız yoksa bunu seçebilirsiniz.

Taksi ise yaklaşık 45-50 dolar tutuyor. Arjantin’in resmî para birimi olan peso’nun da simgesi “$” bu nedenle fiyatları görünce dudağınız uçuklamasın. Ezeiza’dan kent merkezine standart taksi tarifesi 400$a (pezo). Bunun dolar karşılığı 45-50 arasında oynuyor.

Şehir içinde taksi kullanmak daha da hesaplı. Kilometresi 1,5 TL’ye geliyor hemen hemen. Taksilerde de garip uygulamalar var. Örneğin sürücünün yanındaki koltuk daima kapalı oluyor. Sürücü koltuğu öne eğik konuma getiriyor ve buraya yolcu almıyor. 3 kişiden fazlaysanız taksiye binemeyebilirsiniz. Genelde sürücü tipinize bakıyor, güvenilir bulursa ön koltuğu açarak sizi yanına alabiliyor. Böyle durumlarda hanımları öne oturtmakta yarar var.

Taksilerde gece tarifesi uygulanıyor. Bazı taksiciler taksimetreyi açmayı unutabiliyor. Sorun yaşamamak için anımsatmanızda yarar var. Taksicilerin turistleri kazıklamaya eğilimli olduklarını duymuştum ama bizim başımıza kötü bir şey gelmedi. Aksine çok tatlı sürücülerle karşılaştık. İnişte “ticket” dedikleri faturadan isteyebilirsiniz.

Toplu taşıma araçları genelde çok çok eski. Dökülüyor diyebilirim. O güzel caddelerde en az 25 yaşında otobüsler dolaşıyor. Arjantin'in bir an önce belini doğrultup otobüslere el atması gerek. Unutmadan söyleyeyim, Buenos Aires'te toplu taşıma 24 saat kesintisiz sürüyor. Tüm otobüsler gece-gündüz çalışıyor. Şehrin nüfusunun yüksekliğinden dolayı özellikle iş çıkış saatlerinde trafik keşmekeşi yaşanıyor. Trafiğe takılmamak için "Metrobus" dedikleri -evet bizimkiyle birebir aynı sistem- ayrılmış yoldan giden otobüsleri tercih edebilirsiniz.

Arjantin’de para pul işleri


90 ABD dolara karşılık verilen Arjantin pezoları
Arjantin pezosu için söylenebilecek ilk şey değerinin çok değişken olması. Ülke ekonomisi sallantıda olduğundan, kurlar son derece oynak. Ülkede resmî v e gayriresmî olmak üzere iki farklı kur bulunuyor. Resmî kur 1 dolara 8 pezo iken, gayriresmî kurdan paranızı 12-13 pezoya bozdurabiliyorsunuz. Havalimanlarından ya da fatura karşılığı döviz bürolarından para bozdurmayı yeğlerseniz bu düşük kurdan hesaplanacak ve zarar edeceksiniz. Gayriresmî kur fırsatından yararlanmak içinse biraz cesarete ihtiyacınız var.

Öncelikle şehrin anacaddelerinde sürekli “cambio, cambio” diye bağırarak müşteri çekmeye çalışan çığırtkanları göreceksiniz. Polis de bunlara göz yumuyor. Paranızı burada yüksek kurdan bozdurabilirsiniz. Ancak zaman zaman sahte para vererek turistleri dolandırdıkları oluyormuş. Genelde Arjantin banknotları oldukça yıpranmış oluyor. Yeni banknot verirlerse kuşkulanmanızda yarar var. Her olasılığa karşı, paranızı yüklü meblağlarda değil, daha ufak miktarlarda bozdurursanız daha iyi olabilir. Zaten paralar çok değersiz ve 100 dolar bozdurduğunuzda bile bir tomar banknotunuz oluyor. Fiyatlar aşağı yukarı Türkiye ayarında. Alışveriş yapmak için pek ideal sayılmaz. Özellikle giyim ürünleri tümüyle dışarıdan ithal edildiği için çok pahalı.

Arjantin’in başkenti mi, suçun başkenti mi?


Buenos Aires’e giderken İnternet sitesindeki yorumlara göz atınca dehşete düşmüştüm. Yazılanlara bakacak olursak, şehirde güvenlik denen bir şey yoktu. Hırsızlık, gasp, kapkaç ve yankesicilik almış yürümüştü. Sokaklarda cep telefonuyla dolaşmamalı, paramızı boynumuza astığımız bir çantada taşımalıydık.

Gece vakti, havalimanından şehir merkezine giderken her köşe başında üniformalı polisler görüyorduk. Bir an söylenenlerin doğru olduğuna inandım. Bunun etkisiyle gezimin ilk üç günü telefonumu cebimden bile çıkarmadım; paramı bir gömü gibi gizledim.

Bu tür evsizlere her köşebaşında rastlanıyor
Gezimin sonunda şunu söyleyebilirim ki, suç var fakat abartıldığı gibi değil. Benim kadar paranoyak olmaya gerek yok. Sokakta akıllı telefonla konuşabilirsiniz. Fotoğraf çekebilirsiniz. Tehlike daha ziyade kenar ve yoksul semtlerde. Ki oralarda turistik bir şey olmadığından sizin de yolunuz pek düşmeyecektir. Gezimiz süresince tanıştığımız Türkiye göçmeni Suzan Hanım, böyle silahlı bir soygun yaşamış. Çantasını soyguncuların önüne atıp kaçarak kurtulmuş. Neyse ki telefonu ve cüzdanı ceplerindeymiş de, haramîler içi değersiz şeylerle dolu çantayla ilgilenirken o canını da malını da kurtaracak vakti bulmuş!

Arjantin deyince akla ilk ne gelir? Başta söylenecek şeyi sonda anlatıyorum belki ama; tabii ki tango gelir. Tango kültürü bu şehrin her yerine sinmiş. Her yerde tango salonları olduğu gibi, bazı semtlerde her meydanda, her köşe başında tango gösterisi yapan çiftler var. Biz bir gece, 9 Temmuz Bulvarı üzerinde, Teatro Colón’un yakınındaki Tango Porteno adlı bir mekânda sergilenen yemekli gösteriye gittik. Anayemeği et olan muhteşem bir akşam yemeğinden sonra şehrin en ünlü ve en iyi tangocuları sahneye çıktı. Gösteriden öylesine büyülendim ki, fotoğraf çekip, dansları kayda almak bile aklıma gelmedi! Size tavsiyem, sahne dekorları ve ışık oyunlarıyla desteklenen böyle bir gösteri izlemeden Buenos Aires’ten ayrılmayın.

Buenos Aires gözlemleri


Buenos Aires caddeleri
Buenos Aires’e uçakla yaklaştığınız andan başlayarak, şehir sizi kendine hayran bırakmaya başlıyor. Önce şehrin düzlüğüne şaşırıyorsunuz. Bir şehir nasıl bu kadar engebesiz olabilir? İkincisi ise şehrin geceleyin ışıl ışıl olması. Malum, Türkiye Avrupa ülkeleri içinde en karanlık, en az ışıklı şehirlere sahip. Işıklandırılma yoğunluğu, kitaplarda yazmasa da bir şehrin gelişmişlik göstergelerinden biri aslında. Gökyüzünden bakıldığında Buenos Aires’in bu kadar aydınlık olması, onu bu konuda üst sıralara taşıyor.

Işıklar, Buenos Aires’in eski ışıltılı günlerinin yalnızca bir kalıntısı aslında. Buenos Aires vakt-i zamanında Güney Amerika’nın Paris’i diye anılırmış. Yukarıda da dediğim gibi caddeleri, mimarisi bu yakıştırmayı doğrular nitelikte. 2000’li yıllarda yaşadıkları ağır ekonomik çöküntü ülkenin her yerinde olduğu gibi Buenos Aires’te de hissediliyor. Görkemli binalar ve geniş caddeler; yollardaki eski model arabalarla bir tezat oluşturuyor. Her köşe başında bir evsiz dilenirken ya da şarap şişesinden demlenirken göze çarpıyor. İnsanların giyimleri, kullandıkları telefonlar oldukça mütevazı. Gün içinde Paris’in bir semtini andıran sokaklar akşamüstü kaçak seyyar sergi ve tezgâhlarla doluyor. Bizimle gezimiz boyunca ilgilenen; 70’li yıllarda Türkiye’den Arjantin’e göç eden dostlarımız, o yıllarda tavuk yiyene yoksul derdik diyor.

Şu gördüğünüz ağaçlar topluluğu değil; tek bir ağaç.
Buenos Aires, İspanyolcada “Güzel Hava” demek. Şehrin havasını çok iyi bulan İspanyollar takmış bu adı. Ben İstanbul’un havasına benzettim. Güneşinin yakıcılığı aynı gibiydi. Denize girmek umuduyla yanımda mayomu götürdüysem de, Buenos Aires’te denize girmek mümkün değil. Liman kenti olduğu için; liman denizin canına okumuş. Akarsuların taşıdığı balçık da denizi epeyce bulandırıyor.

Şehrin dümdüz bir ova üzerine kurulduğundan daha önce bahsetmiştim. Buenos Aires'te devasa diyebileceğim düzlüklere yayılmış çok sayıda park da bulunuyor. Başından beri planlı bir biçimde büyüyen kentteki parkların büyüklüğünü ve içindeki ağaçları gördüğünüzde dehşete kapılıyorsunuz. Elinizi sallasanız 200-300 yıllık bir ağaca çarpıyorsunuz.

Ülkede kumar yasal ve şehirde kumarhane bulunuyor. Oynamasanız bile gidip içerinin atmosferini görebilirsiniz. Giriş ücretsiz. Cuma ve cumartesi geceleri bizde olduğu gibi şehrin en canlı olduğu günler. Gece yaşamına düşkünseniz özellikle Palermo bölgesindeki mekânlara gidebilirsiniz. Mekânlar akşam 9’dan sonra dolmaya başlıyor ve eğlence sabahın ilk ışıklarına dek sürüyor. Çok az ve yavaş içiyorlar. Hiçbir rezalete tanık olmadım. Dikkat ettiğim bir başka şey de, sigara kullanan çok az insan görmemdi. Yolda sigara içen kimse görmedim desem abartmış olmam. Buna karşılık, kapalı alanlarda sigara içmek kısmen serbest. Çoğu restoranda ve kumarhanede insanlar püfür püfür sigaralarını tüttürüyordu.

Jet-lag ile başa çıkmak


Uyumamız gerektiği için uçağın içi karartılsa da insan uyuyamıyor
ve jet-lag başlıyor!
Buenos Aires'e giderken batı yönüne doğru uçtuğumuz için jetlag olayını yaşamıyorsunuz. İstanbul'dan 9 sularında kalkan uçak oraya indiğinde Türkiye'de saat 4 oluyor. Uçakta uyumamanızı öneririm.Yalnızca biraz uykusuz kalmış oluyorsunuz. Otelinize gidip hemen yatarsanız dengeniz ve düzeniniz şaşmadan ertesi güne dinç bir biçimde başlayabilirsiniz.
Ammaaa, dönüş süreci oldukça sıkıntılı olacak. Buenos Aires'ten gece saatlerinde kalkan uçağımız İstanbul'a yine gece varacak. Gün boyu ayakta olduğunuz için uçakta 18 saat boyunca uykuya direnmeniz çok güç olacak. Uyursanız yandınız. İstanbul'a gelince yine uyumanız gerekecek fakat siz uçakta uykunuzu almış olduğunuzdan dolayı gözünüze uyku girmeyecek. Sabahın ilk ışıklarına dek gözleriniz faltaşı gibi açık biçimde yatağın içinde döneceksiniz. Bu dengesizlik ve düzensizlik ben de 2 gün boyunca sürdü. Fakat değdi mi diye sorarsanız yanıtım şu: KESİNLİKLE!