Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu

24 Eylül 2015 Perşembe

İzmir

İzmir'in simgesi Konak Saat Kulesi
Ayıptır söylemesi bunca ülke bunca şehir görmüş olmama rağmen, yurtiçinde hâlâ görmediğim, ayak basmadığım sayısız şehrimiz var. Yakına değin, İzmir de bunlardan biriydi. Bir gün artık bu ayıba bir son vermeye karar kıldım ve ucuz uçak bileti bulur bulmaz İzmir'e bir gezi gerçekleştirmeyi kafaya koydum.

Ne şanstır ki, Pegasus'un şu meşhur "Uç Uç" kampanyalarından birine rastladım. Otobüs bileti ücretinin yarısından da ucuza, 22 TL'ye (gidiş-dönüş 44 TL) bir bilet aldım ve başladım yolculuk gününü beklemeye. Havayolu şirketleri kışın durgun sezonlardaki doluluk oranlarını artırmak amacıyla böylesi promosyonları sık sık yapar oldu. Size tavsiyem havayolu şirketlerinin İnternet sayfalarına düzenli olarak göz atmanız veya promosyonlardan haberdar olmak için bilgilendirme e-postalarına abone olmanız.

Gelelim yazımızın konusunu oluşturan günübirlik İzmir gezimize. Genel hatlarıyla açıklayacak olursam sabah 9.00 uçağıyla gidip, gün boyu İzmir'i yaya ve toplutaşıma araçlarıyla gezip, akşam 22.30 uçağıyla İstanbul'a geri döndüm. İzmir kent merkezini neredeyse eksiksiz gezip görmemin yanısıra, tüm bu gezi boyunca cebimden çıkan para her şey dâhil yaklaşık 100 TL oldu.

Ulaşım

İzmir Adnan Menderes Havalimanı'na gitmek için İstanbul Atatürk Havalimanı'ndan Pegasus Havayolları'nın PC2811 sefer sayılı uçuşuyla havalandım. Yukarıdada belirttiğim gibi gidiş-dönüş uçak bileti için 44 TL gibi gülünç bir rakam ödedim. Fakat İstanbul-İzmir arası mesafe oldukça kısa olduğunan promosyonsuz fiyatlar da oldukça uygun olabiliyor.

1 saatten az süren kısa bir yolculuğun ardından ulaştığımız İzmir Adnan Menderes Havalimanı'ndan kent merkezine ulaşmak çok ama çok kolay. İstanbul'dan alışık olduğumuz otobüslerin yanısıra, İzmir'de bir de tren var. Adnan Menderes Havalimanı, demiryoluyla (metro değil) şehir merkezine bağlı olan dünyanın az sayıdaki havalimanından biri. Modernize edilmiş konforlu trenlerle, İzmir'in banliyö hattı İZBAN, havalimanından şehir merkezine ulaşmanın en kolay yolu. Biletleri istasyonda alabiliyorsunuz. Duyduğuma göre son zamanlarda İzmir'de bilet üreten firma ile olan anlaşmazlıklardan dolayı tek kullanımlık biletlerin temininde sıkıntı yaşanabiliyormuş. Eğer satın alacak bilet bulamazsanız, kentkart kullanan İzmirlilerin birinden 2 TL karşılığında kartını kullanmayı rica edebilirsiniz. Bunun dışında, vapurlara, metroya ve otobüslere binerken de bu kartlardan yararlanacaksınız.

Havalimanından merkeze ulaşmak için Alsancak yönüne giden trenlere binmeniz gerekiyor. Ben, son durak olan Alsancak'a dek gittim. Alsancak'ta başlayan gezim Karataş semtinde sonlandı ve geri döndüm. Şimdi kısaca bu serüveni anlatmak istiyorum.

Gezi güzergâhı

Reyhan'daki mükellef kahvaltı sofram
Alsancak Garı'nda indiğimde karnım yavaştan acıkmaya başlamıştı. Pegasus, malum, suyu bile fahiş fiyatlara yolcusuna satmaya çalıştığından uçakta herhangi bir şey atıştırmadım. Zaten kendimi boyoza, kumruya saklıyordum. İzmirli arkadaşlardan aldığım öneriler üzerine kahvaltı için size de gönül rahatlığıyla önerebileceğim Reyhan Pastanesi'ni seçtim. Alsancak Gar'dan, buraya ister sahilden ister içeri caddelerden yürümek suretiyle kolayca ulaşabilirsiniz. Ben geceleri İzmir'in kalbinin attığı yer olan Kıbrıs Şehitleri Caddesi'nden geçerek gittim. İzmir'in en nezih mekânlarından biri olan Reyhan'a varınca da kendime bir serpme kahvaltı sipariş ettim. Sıradan bir tabak içinde kahvaltılıkların geleceğini sanıyordum ki yanılmışım. Bir anda, üç dört garson, dopdolu ellerle dört bir yandan masamın çevresini sardılar ve aşağıda görseli bulunan mükellef kahvaltıyı önüme getirdiler. Ve İstanbul'da eşdeğerini en az 50 liraya bulabileceğiniz bu kahvaltı için -belleğim beni yanıltmıyorsa- yalnızca ve yalnızca 25 TL gibi fiyat ödedim. İzmir'de kafe-restoran fiyatları İstanbul'a göre gerçekten uygun.

Yaşamımın ilk boyozunu burada tattığımı belirtmek isterim. İzmir'e İspanya'dan göç eden Musevilerin mirası ve armağanı olan boyoz, tat olarak katmeri andırsa da görünüş olarak epey değişik. Benim kahvaltı masama tadımlık bir adet gelse de, İzmirliler bu meredi 10'ar 10'ar alır eve, eşe-dosta götürürlermiş. Biz İstanbulluların simitle kaşar alıp gitmesi gibi.

Alsancak'tan Basmane'ye...

Basmane Garı
Kahvaltımı ağır ağır edip, yorucu olacağını rahatlıkla öngörebildiğim gün için gücümü topladıktan sonra kendimi vurdum yollara. Caddeyi dümdüz izlediğinizde Lozan'a varıyorsunuz. Adını Lozan Meydanı'ndan alan bu küçük semtte görülecek bir şey yok. Varsa da ben bulamadım. Zira biraz daha ilerlediğinizde bu kez Montrö'ye varıyorsunuz. Tarihimizin iki önemli anlaşmasından adlarını alan bu ilginç adlı semtçikler ve meydanlar aynı zamanda şu ünlü İzmir Fuarı'na komşu. Montrö'ye vardığımda fuar girişlerinin birinden içeri girdim. Fuar döneminde gitmediğim için alanda herhangi bir etkinlik yoktu. Çok fazla kendimi yormadan, azıcık dolaşarak, bir diğer çıkışa Basmane çıkışına vardım. Basmane'nin de adı oldukça değişik. "Basmahane" sözcüğünden geldiğini tahmin etmek çok da güç değil... Basmane'nin şirin gar binasını fotoğrafladıktan sonra, yoluma devam ettim ve Çankaya'ya vardım. Türkiye'nin tek Çankaya'sı Ankara'da değilmiş, onu öğrenmiş oldum.

Kemeraltı rezaleti

Kemeraltı ne yazık ki "brandalaraltı" olmuş
Çankaya'ya gelince kendimi ara sokaklardan birine atarak İzmir'in tarihî Kemeraltı çarşısına gitmeye niyetlendim. Fakat ne mümkün? İstanbul'un Mahmutpaşa ve Tahtakale semtlerini andıran bu keşmekeşin içinde güç bela Kemeraltı'na ulaştım. Kemeraltı Kemeraltı diye adını dillerden düşürmedikleri yer burası mıymış? İzmir ile ilgili en büyük düşkırıklığımdır Kemeraltı. Oradan buradan gelişigüzel gerilmiş brandalar, rakibin tabelasından daha çok dikkat çeksin diye daha büyük asılan tabelalar, avaz avaz bağıran satıcılar... İzmirliler kusura bakmasın ama tam bir utanç manzarası.

Bu çarşı-pazar cehenneminin tek bir güzel noktası vardı. Kızlarağası Hanı. Özenle restore edilen bu ufak handa, hediyelik eşyacılar, sanat atölyeleri ve iç avlusunda ise geleneksel şirin kahveler vardı. Avlu aşırı kalabalık ve gürültülü olduğu için "mutlaka iç" dedikleri kumda kahvemi burada değil, hemen dışarıdaki kafeler/kahveler sokağındaki "Kumda Kahve" adlı bir mekânda içtim.

Kordon, Konak, Pasaport...

Pasaport İskelesi
Çankaya'dan girdiğim Kemeraltı'ndan çıktığımda kendimi Konak'ta buldum. Hani şu meşhur saat kulesinin olduğu semt. Daha çooook vaktim olduğu için burayı öğleden sonraya bırakıp Kordon boyunca yukarı yürüdüm. Konak Pier adlı bir AVM'nin önünden geçerek adını çok ilginç bulduğum bir diğer semt olan Pasaport'a vardım. Pasaport semtinin adının hikâyesini tahmin etmek de aslında güç değil. Burası eski İzmir'in deniz gümrük kapısıymış. Gemilerle İzmir'e gelenlerin pasaport kontrolü burada yapıldığı için önce iskele, sonra da koca bir semt Pasaport adını almış.

Şimdi sıra Pasaport iskelesinden vapura binip karşıya, Karşıyaka'ya geçmekteydi. Kendisini 35,5 olarak adlandıran, İzmir'den apayrı bir dünya olduğu söylenen bu yakayı oldukça merak ediyordum. Nitekim indiğimde İzmir'in Kadıköy'ü ya da Bakırköy'ü diyebileceğim bir semtle karşılaştım. Biliyorum, bir kenti bir diğerine benzetmek hoş değil ama gezginler bu karşılaştırmaları hep yapar. İzmir'deki hemen her semte İstanbul'dan bir alternatif buldum diyebilirim. Yeri geldikçe değinirim.

35,5 - Karşıyaka

Karşıyaka sahilindeki İzmir simgesi
Karşıyaka'nın ana aksını oluşturan Kemalpaşa Caddesi'nden içeriye doğru yürüdüğümde yönlendirme levhaları aracılığıyla Latife Hanım Köşkü Anı Evi'ne vardım. Mustafa Kemal Atatürk'ün tek eşi Latife Uşşaki'nin ailesinin evi olan ve Atatürk'ün İzmir'e gelişinde kaldığı bu köşk bugün müze ve anı evi olarak kullanılıyor. Bahçesinde halkın neşe içinde içeceklerini yudumladığı hareketli bir yerdi.

Buradan ileride bir şey olmadığı için geldiğim yolları tekrar etmemeye çalışarak geri Karşıyaka sahiline döndüm. Dönerken Kemalpaşa Caddesi'ne açılan ara sokakları incelemeye çalıştımsa da kaydadeğer herhangi bir şey göremedim.

Sahile varınca, deniz kıyısı boyunca batıya yürümeye başladım. Birkaç güzel köşk dışında kara tarafında görülmeye değer bir şey yoktu. Asıl manzara karşı tarafta, İzmir yakasındaydı. Karşıyaka'dan başlayıp Bostanlı'ya dek yürüdüm. Bostanlı'yı da İstanbul'un Bostancı'sına benzettiğimi söylesem çok mu ileri gitmiş olurum? :)

Körfezin kirli suları
Bostanlı'ya yaklaştıkça görülecek şeyler de azaldı haliyle. Bostanlı iskelesinden vapura atlayıp bu kez Konak'a döndüm. Vakit öğleden sonrayı çoktan geçmiş, ayaklar hafif yorulma belirtileri göstermeye başlamış, yavaştan acıkmaya başlamıştım. Konak Meydanı'nda oturup dinlendim, hem bolca fotoğraf çektim. Konak'ı İstanbul'da kıyaslayacak bir yer bulamıyorum. Taksim Meydanı ile özdeşleştirmeyi düşünebilirsiniz belki ama; bana kalırsa Konak, Taksim'den katbekat güzel. Taksim Meydanı gibi bir beton yığını, yapay bir simge değil; gerçek bir tarihî eser. İnsanların çevresinde vakit geçirdiği, yaşadığı bir nokta.

Konak'a kadar gelmişken, yine öneriler üzerine adını not ettiğim Can Döner'e gittim. Yalnızca döner satılan ve İzmir'in köklü mekânlarından olan bu restoranda ben İskender yemeyi seçtim. Fakat kusuruma bakmasınlar, ben hiç başarılı bulmadım. Yediğim İskenderler içinde oldukça alt sıralarda kalacak. Ayrıca fiyatlar bu kaliteye oranla oldukça ama oldukça yüksekti. Bu geç öğle yemeği fiyaskosundan sonra yediğim kötü İskenderi ve fahiş fiyatı sindirmek için biraz da yürümeye karar verdim.

Musevi İzmir ve Asansör

Asansör
Elde iki seçenek kalmıştı: Kadifekale ve Karataş. Kadifekale, İzmir'in eski kalesi ve bu kalenin içinde kalan semtin adı. Yazık ki, semtin sosyo-ekonomik profili son yıllarda oldukça değişip kötüleştiğinden, İstanbul'daki İzmirli arkadaşlarımın uyarılarını dikkate aldım ve Kadifekale'ye gitmedim. Bunun yerine, İzmir'in eski Musevi mahallesi olan Karataş'a yürüdüm sahilden sahilden.

İzmir yakın zamana değin kaydadeğer bir Musevi nüfusa evsahipliği yapmış. Hâlen küçük de olsa bir Musevi cemaati şehirde kaim. Musevi cemaatine mensup Eski İzmirliler arasında kimler yok ki... Dario Moreno ve Enrico Macias bunlardan yalnızca ikisi... Karataş ise İzmir Musevilerinin geçmişte en yoğun yaşadığı semtlerden biriymiş. Bugün şehrin sinagoguna evsahipliği yapan semt yine Karataş.

Karataş, koskoca İzmir'de en çok sevdiğim semt oldu diyebilirim. Geçmişine ve sahip olduğu iki-üç katlı cumbalı evlere bakarak burayı da İstanbul'daki Kuzguncuk'la özdeşleştirebilirim ama bu kadarı sanırım haksızlık olacak. Karataş, tümüyüle nevi şahsına münhasır bir semt. Kıyı kesimiyle yukarı kesimleri arasında büyük bir rakım farkı olduğu için eskiden ulaşım çok ama çok zormuş. Bu nedenle 1907 yılında İzmirli hayırsever bir Musevi yurttaş buraya şehrin o ünlü asansörünü yaptırmış. Asansörü günümüzde İzmir Büyükşehir Belediyesi işletiyor ve kullanmak ücretsiz.

Yukarıda manzarası eşsiz olan bir kafe ve restoran var. Kafe bölümü o müthiş manzaraya karşın inanılmaz ölçüde vasat. Bir hastane kantini kadar özensiz. Ürünlerin tat ve sunumları düşleyebileceğiniz her türlü ölçütün de altında. Zaten tüm İzmirliler bunun farkında ve ağızbirliği etmişçesine bu söylediklerimi tekrarlıyorlar. Buraya tek geliş amaçları İzmir'i ve körfezi tepeden izlemek, günbatımına tanıklık etmek.

Burada, İzmir'deki tek tanıdığımla görüşme fırsatım oldu. Bir aile dostumuzun kızı olan Hilâl'le Asansör'ün müthiş manzarasına karşı öyle koyu bir sohbete dalmışız ki az kalsın dönüş uçağımı kaçıracaktım! Alelacele masamızdan kalkıp koştur koştur kendimizi bir İZBAN istasyonuna attık ve ben ucu ucuna da olsa 22.30 uçağına yetiştim.

Sonsöz

Elbette İzmir bundan ibaret değil. Görmediğim daha pek çok yer, pek çok semt olduğunu biliyorum. Ancak bir günlük bir gezi için oldukça verimli bir biçimde gezdiğimi düşünüyorum. Artık eş dost sohbetlerinde İzmir'i görmedim diye utanıp sıkılmayacağım için mutluyum!

Yazıma son verirken, kentle ilgili genel izlenimlerimi sizlerle paylaşmak isterim. Hiçbir yazımda siyasi yorum yapmadım yapmayacağım. Bu sözlerimin de siyasi anlaşılmasını istemem. Fakat İzmir gerçekten kötü yönetiliyor. Bunun siyasi partilerle bir ilgisi olmadığının pek çok örneği var Türkiye'de. Bu bir vizyon ve anlayış meselesi. İzmir'in ne yazık ki vizyonu ve ufku dar insanlarca yönetilmiş olduğu belli oluyor. Kemeraltı'nın o içler acısı hâli, Kordon'daki onar katlı beton yığını apartmanlar, körfezin kahve/yeşile dönmüş suyu, kir ve çöp içindeki caddeler, bakımsız kaldırımlar İzmir'e yakışmıyor. İzmir kesinlikle daha iyiyi hak ediyor.

İzmir tüm bu olumsuzluklara karşın hâlâ çok güzel. Düşünüyorum da, eğer gerçek İzmir 1922'de o melun yangınla yok olmasaydı bugün nasıl olurdu...

11 Eylül 2015 Cuma

Nesneler: Kıblenümâ

Aşağıda fotoğrafını gördüğünüz nesne bir kıblenümâ. Geçmiş dönemlerde Müslümanların namaz ibadetini yerine getirebilmek için gereksinim duydukları kıble yönünü gösteren bir tür pusula... Arapça "kıble" ve Farsça "gösteren" anlamına gelen "numâ" sözcüklerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş Osmanlı dönemi Türkçesi bir sözcük. Kulağa nasıl da hoş geliyor değil mi? Yazık ki bugün artık kullanımdan düşmüş... 

Kıblenümâ

Bu kıblenümâ, İstanbul Sultanahmet'teki (Pargalı) İbrahim Paşa Sarayı bünyesinde yer alan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi'nde (TİEM) sergileniyor. Müze, bu ve bunun gibi pek çok ilginç yapıta evsahipliği yapıyor. Böylesine merkezî bir konumda bulunmasına karşın, Sultanahmet Camii ile dikilitaşların ihtişamı ve ünü yanında arka planda kalmış bir mekân Türk ve İslâm Eserleri Müzesi. Gözlemlediğim kadarıyla yerli ziyaretçiler varlığından pek haberdar değil veya ilgi göstermiyorlar. Müze ziyaretçilerinin büyük bölümünü yabancılar oluşturuyor. 

2014-2015 arasında kısa bir süre onarıma giren müze, yakın zamanda kapılarını yeniden tarihseverlere açtı. Çağdaş müzecilik anlayışıyla baştan aşağı yenilenen müzeyi görmenizi hararetle tavsiye ederim.

Bu kıblenümâ, yuvarlak bir kutu biçiminde. Edirnekârî denen ahşap üzerine lake tekniğiyle yapılmış. Kapakta Mescid-ül Haram'ın revaklı avluları içinde Kâbe-i Şerif betimlenmiş. Hemen sol yanında Arafat ovasındaki kutsal mekânlar; sağ yanında ise İslamî simgelerden zeytin, hurma, nar ve peygamberle özdeşleştirilen gül çiçeği motifleri bulunmakta. 

Alt bölümdeki yazılı metin ise yapıtın nasıl kullanılacağının yanısıra, ustasının adı, yapım yılı ve yapım yeriyle ilgili bilgiler vermekte. Yazılanlara göre bu kıblenümâ, Barunü'l Muhterî adlı usta tarafından miladî 1738 (h. 1151) yılında İstanbul'da yapılmış. Eserin müze kayıtlarından öğrendiğimize göre bu kıblenümâ İzmir Hisar Camii'ne gönderilmiş, oradan da müzelerde sergilenmek üzere 1951 yılında İstanbul'a geri getirilmiş.

Ana gövde üzerindeyse kuzey yarımküreye ait dünya haritası yer almakta. Üst bölümdeki klasik pusula coğrafi yönleri gösterirken, Kâbe-i Şerif üzerine sabitlenmiş yarı döner kadran ibresi, pusulayla bulunan yöne göre harita üzerinden kıble yönünü saptamayı sağlıyor. İbrenin ucu haritadaki şehirlerden birinin üzerine getirildiğinde kıbleyi bulmak için hangi yöne doğru kaç derecelik bir açıyla dönmeniz gerektiği sorusunun yanıtını buluyorsunuz. Alt yarıda, harita üzerinde adı geçen şehirlerin Arapça adlarıyla sıralanmış bir dizini bulunuyor. Bu kıblenümâyı kullanarak tüm Avrupa, Asya ve kuzey Afrika memleketlerinde kıble yönünü saptamanız mümkün. Günümüzün dijital teknolojisiyle akıllı telefonlarımızla kolayca kıble yönünü bulabiliyor olsak da, mobil uygulamaların şu âletin asaletini yakalaması çok zor değil mi sizce de?   

3 Eylül 2015 Perşembe

Türkiye'deki havalimanları

Hızı, rahatlığı ve güvenliği bir arada sunan havayolu ulaşımı tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de hızlı bir ivmeyle büyümeyi ve ilerlemeyi sürdürüyor. Uzun yıllar yüksek bilet fiyatları ve kısıtlı havalimanı ağı nedeniyle toplumumuzun ve ülkemizin kısıtlı bir kitlesine hitap etse de son yıllarda bu durum oldukça değişmiş görünüyor.

Ülkemizde en son açılan Ordu-Giresun Havalimanı'yla birlikte hava meydanlarının sayısı 55'e yükselmiş bulunuyor. İstanbul'da ve Adana-Mersin arasında 2 dev havalimanının yapımı tüm hızıyla sürüyor. Hâlihazırda Yozgat, Rize ve Gümüşhane'de ise birer havalimanının yapılması öngörülüyor.