Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu

29 Kasım 2012 Perşembe

Montrö


Okul sıralarından geçmiş her Türk vatandaşının, mutlaka Montrö’yü duymuşluğu vardır. Türkiye’ye Çanakkale ve İstanbul boğazları üzerindeki egemenlik haklarını iade eden meşhur sözleşme 1936 yılında bu küçük şehirde imzalanmış. Biz de İsviçrelere kadar gitmişken gidip gördük…

Aslında İsviçre gezimiz içinde Montrö’yü düşünmemiştik. Yola çıkmadan çok kısa bir süre önce, bir arkadaşımız Chillon Şatosu’nu görmeden dönmenin büyük kayıp olacağına bizi ikna etti. Salt bir şato uğruna Montrö’yü de araya sıkıştırmaya karar verdik. Bizi böylesine alâkadar eden sözleşmenin de burada imzalanmış olmasının, şehri bize biraz daha sevimli kıldığını itiraf edeyim.

Montrö, Léman Gölü kıyısında, ulu bir dağın eteklerinde kurulmuş 25 bin nüfuslu küçük bir şehir. Şehir demeye de dilim varmıyor. Daha ziyade gelişmiş bir kasaba desem doğru bir tanım yapmış olurum. Vevey ve Villeneuve adında, kendisi gibi küçük iki diğer belediye arasında yer alıyor. İsviçre'nin Fransızca konuşulan kesiminde bulunuyor ve Fransızca adı Montreux. Ben Türkçeye Montrö biçiminde yerleştiği için böyle yazmayı yeğliyorum.

Montrö’ye ulaşım kolay sayılır. En yakın havalimanı Cenevre’de. Montrö-Cenevre arası ise 85-90 km. İstanbul da dâhil olmak üzere dünyanın dört bir yanından havayoluyla ulaşım mümkün. Peki İsviçre içinden Montrö’ye nasıl ulaşılır? En akıllıca seçim, kuşkusuz demiryolu. Lozan ve Cenevre’den doğrudan düzenli tren seferleri var. Diğer kentlerden de aktarma yapmak koşuluyla kolaylıkla Montrö’ye varabilirsiniz. Biz Vevey yönünden özel aracımızla geldik. Girer girmez bizi küçük bir kilise ile görkemli Grand Hotel Suisse karşıladı. Şehrin anacaddesi sayılabilecek Grand Rue’yü takip ettiğinizde tam anlamıyla merkeze varmış oluyorsunuz. Grand Rue'nün bittiği yerde Casino Bulvarı başlıyor. Zaten yolun adı kumarhanenin çok da uzak olmadığını açıkça ilan ediyor. Kumarhane bu caddeye açılan sokakların birinde bulunuyor. Bu caddeden sonra yerleşim de canlılık da azalıyor. Bir bakıma Montrö bitiyor. Cadde üzerinde, daha doğrusu şehir içinde, görülmeye değer hiçbir şey yok. Kimilerinin mimarisini beğendiği kapalı bir pazaryeri ve şehrin kilisesi belki sizin de ilginizi çekebilir. Bizim için Montrö bu açıdan pek tatmin edici olmadı. Montrö’nün çarşısını çok cansız bulduğumuzdan; akşam yemeğimizi Vevey’de  yemeye karar veriyoruz. Böylece Vevey’ye de kısa bir ziyarette bulunmuş oluyoruz. Yarın sabah saat 10.00’da Chillon Şatosu açılır açılmaz, 30-40 dk şöyle bir ziyaret edip, Bern’e doğru yola çıkacağız.

Erken yattığımız için sabahın köründe açtık gözlerimizi. Kahvaltı için anacaddeden biraz uzaklaşıp içerilere girelim dedik. Ne isabetli bir karar! Asıl Montrö, yani eski kent merkezi, kıyıdan içerideymiş meğer. Epeyce dik yokuşlar çıkıp tepeye vardığımızda biraz yorgun ama sonuçtan memnunuz. Tek tek bina olarak ele aldığınızda hiçbir özelliği olmayan; fakat bir araya geldiklerinde muhteşem bir kompozisyon oluşturan şirin evler var. Kahvaltı için enfes manzaralı küçük bir kafeye giriyoruz. Aşağıdan korkunç görünen bu dağlar birden sevimli gelmeye başlıyor. Daha ne kadar tırmanabiliriz diye soruyor ve bu kez arabaya atlayıp ‘yol nereye biz oraya’ diyoruz.

Kahvaltı ettiğimiz kafeden Montrö'nün görünümü ve arkada Léman Gölü
Yol enfes yerlere götürdü bizi gerçekten. Yılan gibi kıvrılan yolları korka korka çıktık. Doğu Karadeniz’e ne zaman gitsem o yayla yolları beni dehşete düşürürdü. Burada bunu 4 ile çarpın; hayal edin. Ya da iyisi mi gidin gözlerinizle görün! Git git, ilkin Glion adında bir köye vardık. Müthiş bir göl manzarası. Köyün kilisesi dışında görülecek bir şeyi yok. İlginç olan ise 1920’lerin başında yapılmış füniküler ile dağ köyünün kıyıya bağlanıyor olması. 2012 yılında hâlâ Bursa, Antalya gibi kentlerimiz bile demiryoluna sahip değilken, belki 100 kişinin yaşadığı bu köyün neredeyse bir asır önce bu ‘lükse’ kavuşması gerçekten kaderin bize garip bir oyunu olsa gerek.  

Glion’da yeterince büyülendik, saat yavaş yavaş 10.00’a geliyor, Şato açılacak yola koyulacağız… Ama dağların davetine karşı koymak ne mümkün. Biraz daha çıksak kime ne zararı var? Çıkarken tepelerde bir yerde şatoya benzer bir yapı görmüştük. Onun yanına kadar çıkmaya sonra geri dönmeye karar verdik. Meğerse orası şato değil, dünyanın en ünlü turizm ve otelcilik okullarından biri olan GIHE imiş. (Glion Institute of Higher Education) . Hemen arkasında ise Caux köyü yer alıyor. Harika manzara hâlâ bizi büyülüyor. Sorduk öğrendik, Caux köyü sonmuş, daha öteye yol gidermiş ama hiçbir yerleşim yokmuş. Caux’da bol bol fotoğraf çektikten sonra yavaş yavaş aşağı iniyoruz.

Glion-Caux yolunda bulutlar her an size güzel sürprizler hazırlayabilir.
Doğruca Chillon Şatosu’nun yolunun tutuyoruz. Montrö’nün merkezinden şatoya ulaşmak araçla 5 dakika, otobüsle 10 dk, yürüyerek 45 dakika kadar. Aslında şato Montrö’de değil, Veytaux adında bir başka köyde. Bulunduğu köy nere olursa olsun; şato öyle bir noktaya inşa edilmiş ki, güzelliğine hayran kalmamak elde değil.

Şato İsviçre’nin simgelerinden ve en çok ziyaret edilen yerlerinden biri. Avrupa’da doğu-batı doğrultusundaki ticaret yolları buradan geçtiği için, şato denetim açısından bir nevi gereklilikmiş. Bu nedenle stratejik öneme sahip bu noktada, kocaman yekpare bir kayanın üzerine ilk taş konmuş. Savoy dükleri 16. yy’a kadar burada yaşamış. Her gelen şatoya bir bölüm daha eklemiş. Kavlar, mahzenler, şapeller, ambarlar, yatak odaları, yemek salonları hatta Cenevreli rahip François de Bonivard’ın zincire vurulduğu zindan… Hepsini anlatmaya kelimeler yetmez. Mutlaka gidilip görülmeli. Hiç kuşkusuz yatak odalarının içinde ya da yanıbaşında yer alan “eski usûl” tuvaletler çok ilginizi çekecek. Onlarca metre yüksekten, doğruca gölün içine doğru ihtiyaç gideren bu insanlar, kışın acaba hiç üşümüyorlar mıydı?

Chillon Şatosu
Dışarıdan bakınca küçücük görünse de, Chillon Şatosu’nun içi bambaşka bir dünya. Gerçekten de rotamızı değiştirip buraya geldiğimize değmiş. Görmeden gitsek çok şey kaçırmış olacaktık. Bu arada biz şatoyu 30-40 dakikada gezip Bern’e doğru yola mı koyulacaktık? Süper hızlı tempomuza rağmen çıktığımızda 3 saat geride kalmıştı. Siz siz olun, geniş bir zamanınızda gidin görün. Şatonun kapanış saati yaz sezonunda 19.00. Kapanış saatine 1 saat kala dışarıdan yeni ziyaretçi girişine son veriliyor. Girişler tam 12; indirimli 10 frank olarak ücretlendirilmiş. Ek ücret karşılığında sesli elektronik rehberlerden alabilirsiniz. (Avroyla ödeme de kabul ediliyor ama İsviçre'de tüm alışverişlerinizde frank kullanmanızı öneririm) Gişeden ayrılırken güleryüzlü gişe görevlileri gezi için gerekli şato planı ve broşürleri ise size ücretsiz verecek.

Chillon Şatosu’nun da geride kalmasıyla birlikte Montrö maceramıza noktayı koyduk. Derhâl yola koyulup bambaşka bir serüvene dümen kırıyoruz. Ver elini Bern…

9 Kasım 2012 Cuma

Montpellier


Montpellier, Akdeniz kıyılarından 8-10 km içeride yer alan kendi hâlinde bir şehir. Pek çoğumuz aynı adlı futbol kulübü sayesinde bu şehri duymuşuzdur. Bir haftasonu sıkıldık, kalktık Montpellier'yi görelim dedik. Yediğimiz içtiğimiz bizim olsun, gördüklerimizi anlatalım!

Şehrin uluslararası bir havalimanı var Paris’ten, Londra’dan, Brüksel’den düzenli uçuşlar yapılıyor. Ama biz Tuluz üzerinden trenle geçmeyi tercih ettik. İki katlı hızlı trenimize atladık, 50 dakikalık istisnaî bir rötarla yola koyulduk. Hızlı tren lafına siz aldanmayın hemen. Bölgesel trenlerle aynı yolu kullandığı için hızlı trenler bu hatta hızlı gidemiyor. 200-225 km’lik bir yolu normal koşullarda, rötarsız, 2 saat 15 dakikada alıyor trenler. Montpellier’ye yaklaşırken açılır-kapanır köprü gemilerin geçmesi için bir süre kullanım dışı bırakıldığından bir 35 dakika daha bekledik. Bu olay sık sık yaşanıyormuş. Trenle gidecek olursanız, sizi de bulması mümkün!

Çok da görkemli olmayan bir garda trenimiz durduğunda, kötü bir sürpriz olarak bizi yağmurlu bir hava karşıladı, içeri buyur etti. Gardan çıktığımızda bir tramvay yolu yumağıyla karşılaştık. Her yerden, her yönden tramvaylar geliyordu. Bir an tramvayların depo sahasına mı geldik diye düşündüm. Elime şehir haritası geçince gördüm ki şehirde 4 farklı tramvay hattı var ve hepsi Gar durağında kesişiyor. Anlayacağınız Montpellier tramvaylarında her yol Gar’a çıkıyor.

St. Roch Garı


Otelimiz şehir merkezinde, gara 500 metre uzaklıkta olduğu için yürümeyi seçtik. Yerleştikten sonra yağmura rağmen çıkıp dolaşmaya karar verdik. Şehrin merkezi olarak sayabileceğimiz Komedi Meydanı’na (Place de la Comédie) geldiğimizde şehir için ilk “fena değil” yorumu geldi. Geniş mi geniş, fırdolayı kafe ve restoranlarla çevrili şık bir alan. Orta yerinde şehrin simgesel yapıları arasında gösterilen hoş bir havuz bulunuyor. Bu havuz ve tarihî operaevi tam önünde resim çekilmelik. Enlemesine, meydanda yürümeye devam ettiğinizde L’Esplanade dedikleri,  geziye varıyorsunuz. Buranın yanıbaşında bir Turizm bürosu var, ücretsiz şehir haritası ve broşürler edinebilirsiniz. Gezinin sağ yanında bir botanik bahçesi (Jardin du Champ du Mars); sol yanında çok iyi bir müze olan Fabre Müzesi; en ucunda ise Corum dedikleri yeni operaevi ve kongre merkezi var. Yeri gelmişken söyleyeyim, operaevinin arkasındaki tramvay durağının hemen yanında küçücük bir de arkeoloji parkı var. İçinde 13. yüzyıldan kalma birkaç tarihî kilise duvarı kalıntısı barındırıyor.

Hazır buraya kadar gelmişken ben Fabre Müzesi’ni katiyetle görmenizi salık veriyorum. Zengin bir resim ve heykel koleksiyonuna sahip. Fransa’nın en iyi güzel sanat müzeleri arasında gösteriliyor. Bunun yanısıra geçici sergilere de evsahipliği yapıyor. Biz bir otel sergisine denk geldik. Geçmişte Montpellier’nin en lüks otelinde kullanılan mobilya, mutfak/yemek araç-gereçlerini görünce bugün şatafat ve lüks kavramından ne kadar da uzaklaştığımızı gördüm. Umut edilir ki siz uğradığınızda da hâlâ orada olur o sergi.

Komedi Meydanı

Komedi Meydanı çevresinde işimiz bittiğine göre biraz şehrin sokaklarında turlayalım. Öncelikle şunu belirteyim ki şehrin çekirdeğini teşkil eden tarihî merkezi tümüyle yayalaştırılmış. Gönül rahatlığı ile oraya buraya bakarken karşıdan karşıya geçebilirsiniz. Komedi Meydanı'na çıkan yollardan birinde Türkiye'yle ilgili çok şirin birkaç ayrıntı bulabilirsiniz eğer yeterince dikkatli biriyseniz. Böylesi küçük bir şehre oranla çok canlı bir ticaret yaşamı ve çok geniş bir mağaza yelpazesi olduğunu itiraf etmeliyim. Sokaklarda oradan oraya gezerken eminim en azından bir kez Vilayet Konağı dedikleri (Préfecture) binanın da bulunduğu meydana çıkacaksınız. Çevrede güzel kafeler olduğunu belirtip, oradan Foch Caddesi’ne sapmanızı öneriyorum.

Bu caddenin ucunda şehrin belki de en güzel noktasını bulacaksınız. Paris’teki Zafer Takı’nın taklidi olan görkemli bir portalin altından geçerek Peyrou Kraliyet Meydanı’na (Place Royale du Peyrou) varacaksınız. Sizi at sırtında tüm görkemiyle kral XIV. Louis’nin heykeli karşılayacak. Alanın ucuna ilerlemeden önce yanlara koşun. Hava açıksa şehri en iyi buradan izleme fırsatı bulacaksınız. Alanın en ucunda ise sizi heybetli bir su kemeri bekliyor. Üzerinden geçişe izin yoktu. Olsaydı eminim çok çılgın bir deneyim olurdu. Kemer oldukça iyi korunarak günümüze ulaşmış. Eminim güzel resimler çekeceksiniz.

St. Clément Su Kemeri

Güne biraz erken başlarsanız tüm şehri tek bir gün içinde gezebilirsiniz. Şöyle ki; bu alandan ayrılıp biraz aşağı doğru ilerlediğinizde bir diğer botanik bahçesi ile (Jardin de Plantes) karşılaşacaksınız. Burası gerçek bir botanik bahçesi. Geçmişi çok daha eskilere dayanıyor ve diğerine kıyasla çok daha şık bir mekân. Yağmur sonrası biraz sevimsizdi fakat eminim hava güzelken huzur verici bir yer hâline geliyordur! Ben buna rağmen çok beğendim. İçinde egzotik ağaçların yanısıra heykeller, örgü duvarlar, bir nilüfer havuzu ve sera bulunuyor. Serada yüzlerce farklı türde kaktüs yetiştiriliyor. Hiç kuşkusuz parkın en ilgi çekici noktası burasıydı. Bahçeden de çıktığımıza göre; hemen yakında bulunan şehir katedralini görelim dedik. Vardığımızda bir cenaze merasimi yeni bitmişti. Naaşın çıkarılmasını ve yakınlarının katedrali boşaltmasını dışarıda bekledik. Bu sırada yapının çevresinde bir tur attık. Dış cephesi son derece ihtişamlıydı. Biz hoşumuza giden cephe ayrıntılarını fotoğraflarken cenaze töreni bitti ve cenazeye katılanlar tamamen dağıldı. İçeri girdiğimizde biri hâlâ kilise orgunda bir şeyler çalıyordu. Kilise orgunu canlı, hele ki akustiği böylesine iyi olan bir yerde canlı dinlemek büyüleyiciydi. Parça bittiğinde az kalsın coşkuyla alkışlayacaktık! Orgun büyüsünden kurtulup aydığımızda katedralin içini de incelemek aklımıza geldi. Sonuç: düşkırıklığı. Dışarıdaki o görkemin onda biri bile içeride yoktu. Kimse buranın şehrin katedrali olduğuna inanmaz herhâlde. Sıradan bir mahalle kilisesi gibi son derece yalın bir yerdi. Fazla kalmayıp çıktık. Akşama kadar araç trafiğine kapalı, şirin sokaklarda yürüdük. Akşam yemeğimizi Komedi Meydanı’nda bir restoranda yiyip otelimize döndük.

Gece yürüyüşüne çıkmak için saatin gece yarısına yaklaşmasını bekledik. Her köşe başında bir restoran, kafe, bar bulmak mümkün. Gece yaşamı –tekrarlıyorum- bu küçüklükte bir şehre göre oldukça canlı.

İkinci günümüze biz oldukça geç başladık. Ama bunu örnek almayın! Lunaret Hayvanat Bahçesi’ne gitmek için erkenden kalkın, 1 numaralı tramvay hattıyla St. Eloi durağına kadar gidin, oradan hayvanat bahçesine giden ring otobüse binip “Zoo” durağında inin. Hayvanat bahçesinde sizi öncelikle Amazon Serası karşılayacak. Parkın en çarpıcı noktalarından biri burası. Tamamen Amazon doğasının taklit edildiği bu serada kimi kafeslerde, kimi serbest gezen pek çok canlıyla karşılaşacaksınız. Dev tatlısu kaplumbağaları ve timsahlar ilk şok etkisini yaratacak. Bunu maymunlar, iguanalar ve karıncayiyenler izleyecek. Karıncayiyenlerin uysallığı ve yakınlığı karşısında şaşıracaksınız. Dokunmak yasaktır uyarılarına nispet edercesine adeta “dokun bana” der gibi o çirkin burunlarını size uzatacaklar!



Dostum karıncayiyen

Seradan çıkınca asıl hayvanat bahçesine sıra gelecek. Çok büyük bir alana yayıldığı için iyi bir yürüyüş ayakkabısı, bolca su, belki biraz atıştırmalık şart. Parka en iyimser, en cimri öneriyle en az 5-6 saatinizi ayırın. Zürafalar, aslanlar, gergedanlar, zebralar ve ayılar en çok ilgi çeken hayvanlar. Bir de kangurular vardı ki biz bir türlü bulamadık. Siz bizim yerimize de görün! Seranın çok makûl bir ücreti var; hayvanat bahçesi ise ücretsiz.

Aynı yoldan gerisin geriye tramvaya gidiyoruz. 1 numaralı hattı alıp, sondurağa, Odysseum yönüne gidiyoruz. Bir alışveriş merkezi var. Hemen yanıbaşında bir akvaryum bulunduruyor. Önce alışveriş merkezinde yemek yiyip, sonrasında akvaryumda deniz canlılarını keşfe çıkabilirsiniz.

Eğer oteliniz şehir merkezindeyse dönüşte Antigone denen bölgede inmenizi hararetle tavsiye ederim. Tarihî bir değere sahip olmasa da Yunan mimarisinden mülhem çok güzel binalar ve çok güzel meydanlar yapmışlar. Hemen karşısında bir başka küçük alışveriş merkezi var.

Son olarak bir değerlendirme yapmak gerekirse; Akdeniz havasının egemen olduğu, şirin bir kentti Montpellier. Bizim vakit sıkıntımız olmadığı için gönül rahatlığıyla Montpellier’ye 2 gün verdik. Çok ama çok yoğun bir programla yukarıda iki güne yaydığımız geziyi siz 1 güne bile sığdırabilirsiniz. Arabamız olmadığı için, biz şehir merkezinin dışına çıkamadık. Ama inanın şehrin içi kadar dışında da görülmeye lâyık onlarca yer var. Kimilerinin âşık olup döndüğü, kimilerinin ise düşkırıklığı ile ayrıldığı bir yer. Aynı grup içinde bile yaşadık bu bölünmeyi. Bana soracak olursanız, kendi değerlendirme yöntemimle söyleyeyim, buraya 3; yani “idare eder” etiketini uygun görürüm. Görülmeyi hak ediyor, ama görmezseniz de büyük kayıp değil! Bir gün yolunuz bir şekilde buraya düşerse, tüm bu saydıklarımı yapmanız durumda Montpellier’yi hakkıyla gezmiş olacaksınız; gözünüz arkada kalmasın!    


Ulaşım:
Dışarıdan şehre gelmek için havayolunu ya da demiryolunu kullanabilirsiniz. Tahmin edersiniz ki Türkiye’den direkt uçus yok. Şehiriçi ulaşımın ise bel kemiği tramvaylar. Rengârenk, yepyeni, albenili tramvaylar adeta sizi davet ediyor. Tramvaylarda turnike sistemi de, bilet denetimi de yok. Aşırı şanssız biri değilseniz, yakalanmadan kolayca tüm tramvaylara biletsiz binmeniz olanaklı. Fakat otobüslerde bu mümkün değil; sürücünün gözü önünde bilet okutmanız gerekiyor. Kalabalık bir arkadaş grubuyla seyahat ediyorsanız, “aile bileti” denen (5 kişiye kadar) fırsattan yararlanabilirsiniz. 5,40€’luk bir biletle 5 kişi 10 kez toplu taşıma araçlarını kullanabiliyor. Risk almayıp, bilet alın!

Şehrin tramvaylarından biri


Meraklısını biraz daha ayrıntı:
Montpellier 255 bini aşan merkez nüfusu ile Fransa’nın 8. büyük kenti. Çevresindeki küçük ilçeleri de hesabın içine kattığımızda bu nüfus 600 bine çıkıyor. Bu da şehre canlılık ve hareket katıyor. Languedoc-Rousillon bölgesinde, Hérault ili sınırları içinde kalıyor. Adını tahmin edileceği gibi bir dağdan alıyor. Monte Pestellario yüzyıllar içinde değişe değişe Montpellier olmuş. Türkçede Fransızca telaffuzla Monpölye diye okunuyor.