Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu

30 Mayıs 2014 Cuma

San Sebastián

San Sebastián… Hakkında fazla şey bilmeden gittiğim, gidince de âşık olduğum şehirlerden. Bu güzel şehri size nasıl anlatsam, neresinden başlasam bilemiyorum. Evvela genel bilgileri vereyim şehirle ilgili. San Sebastián, İspanya’nın kuzeyinde, özerk Bask Bölgesi sınırları içinde yer alıyor. Gipuzkoa ilinin merkezi. Şehrin Baskça adı Donostia. Çoğu haritada ve broşürde bu ada da rastlayabilirsiniz. İki ayrı şehir değil; ikisi de aynı yer. Fransa sınırına oldukça yakın bir konumda bulunuyor San Sebastián. Merkez nüfusu 185 bin dolaylarında.

San Sebastián'ın havadan görünümü ve şehrin önemli noktaları

 San Sebastián’a gidiş

San Sebastián’a nasıl gidilir peki… Şehrin küçük bir havalimanı var ama uluslararası uçuş yok. Madrid ve Barselona başta olmak üzere bazı İspanyol kentlerinden uçuşlar yapılıyor. En yakın uluslararası havalimanı Bilbao’da. İstanbul’dan doğrudan uçuşlar var. Bilbao’dan San Sebastián’a ulaşmak içinse iki seçeneğiniz var. Otobüs ve demiryolu.

Tren, pek tercih edilmemesi gereken bir ulaşım aracı İspanya’da. Hem daha uzun sürüyor, hem de otobüsten daha pahalı! Bilbao’nun “Termibús” dedikleri otogarından otobüse atlayarak yaklaşık 75 dk’lık bir yolculuğun ardından San Sebastián’a varabilirsiniz. Biletler 6,5 avro civarıydı. Yolculuk öncesi otogardaki gişelerden ya da otomatlardan alınabiliyor. İspanya’nın en ünlü otobüs firması ALSA. Bu bağlantıya tıklayarak sitelerine ulaşabilir ve otobüs saatlerini görebilirsiniz.  

San Sebastián’ın otogarı şehiriçinde ama otellerin yoğunlaştığı asıl tarihî merkeze biraz uzak. Birçok otobüs hattı var. Otelinizin bulunduğu semtten hangi otobüsün geçtiğini öğrenerek bunlardan birine binebilirsiniz. Şehrin tramvay ve metrosu yok. Zaten şehir küçük. Özellikle tarihî kısım (Casco Viejo) tamamen yürünerek gezilebilir. Ünlü kumsallara ve tepelere gitmek isterseniz otobüse gereksinim duyabilirsiniz ama o manzarada yürümek varken kim neden otobüslere tıkılsın ki?

Urgull Tepesi, Santa Clara Adası, La Concha Koyu ve Kumsalı

Bir doğa ve deniz şehri

San Sebastián, tarih ve kültür turizmi için gelenleri ne ölçüde tatmin eder bilemiyorum. Eşsiz güzellikle yapılar, mabetler, değerli koleksiyonlara evsahipliği yapan müzeler falan bekliyorsanız, San Sebastián’a gitmeyin bence. San Sebastián bir doğa ve deniz şehri. Tanrı burayı özenerek yaratmış olmalı. Her doğal güzellikten bir tane kullanılmış burada. Muhteşem bir deniz, altın sarısı kumsallar, koylar, adacıklar, küçük ölçekli bir haliç, bir akarsu, yemyeşil tepeler, yokuşlar, düzlükler… Bir şehri güzel yapabilecek her ayrıntı var San Sebastián’da. Buraya gelip de güzelliğine hayran olmadan dönen olursa, fena kavga ederim onunla. Bu şehirde geçirdiğim 3 gün, İspanya’daki en güzel zamanlarım arasında yerini aldı.

Plaza de Constitución. Odamızın penceresi görünüyor!
Dünyanın dört bir yanından turist var. Okyanusa kıyısı olduğu için sörfçülerin en gözde mekânlarından. San Sebastián’da özellikle yaz sezonunda yer bulmak çok zor. Biz de otel bulma işini son ana bıraktığımız için biraz sorun yaşadık. En sonunda dairelerini pansiyon hâline getiren yaşlı bir çiftten bir oda kiraladık. Eski İspanyol evleri devasa büyüklükte olabiliyor. 250-300 metrekarelik yüksek tavanlı evler hiç de şaşılacak şeyler değil İspanya’da. Her oda doluydu neredeyse. Evin sahibi ise tam bir Türk dostuydu. Nereden geldiğimizi öğrenince: “Ooo Atatürk’ün ülkesi. Benim dostum o” dedi. Önce “gerçekten Atatürk’le tanıştı herhâlde” diye düşünürken, adamın taş çatlasın 75 yaşında olduğunu hesaba katınca bunun mümkün olamayacağını anladım. Sadece Atatürk’e uzaktan hayran, aydın bir adamdı.

Kaldığımız yer tarihî kısımda, Plaza de Constitución’da idi. Odamızın penceresinden, fırdolayı kafe ve restoranlarla dolu bu küçük meydanı izlemeye öyle daldık ki, odadan çıkıp şehri keşfetmek aklımıza bile gelmedi. Nice sonra, karnımız ilk acıkma belirtilerini göstermeye başlayınca nihayet kendimizi sokağa attık. Ben hâlâ o meydanda takılı kaldığım için, orada yiyecek bir yer bakıyordum. Ama arkadaşlarım beni sürükleyerek de olsa uzaklaştırdı. O güzel, daracık sokaklarda kaç kez gidip gelmişizdir bilmiyorum. Her yer insan kaynıyor. Barlar, restoranlar, kafeler… İnsanlar dışarı taşmış. Hepsi mutlu, hepsi hâlinden hoşnut. Şehrin enerjisi yüksek bir kere. İnsan burada nasıl sıkılsın ki?

Ne yenir?

Envaiçeşit pintxo
San Sebastián’da insan aç kalmaz. İspanya’nın mutfağıyla en ünlü şehirlerinden biri. Bask yemeklerinin beşiği. Fransızların çıkardığı bir restoran değerlendirme sistemi vardır: “Michelin Yıldızı” diye. Tüm dünyada çok saygın bir şey olarak görülüyor Michelin Yıldızı sahibi olmak. Michelin Yıldızlı restoran sayısı en fazla olan şehir San Sebastián’mış dünyada; ama tabii biz öğrenci bütçemizle buraların ancak önünden geçebilirdik! O yüzden fiyat olarak çok daha ucuz; ancak lezzet olarak Michelin Yıldızlı yerlerden hiç aşağı kalmayan, sokak aralarındaki mekânlarda bol bol pintxo yedik. (pinço diye telaffuz ediliyor; Baskçada tx=ç) Pintxo’lar, İspanyolların “Tapas” dedikler meşhur atıştırmalıklarının Bask yorumu bir nevi. Bir dilim ekmek üzerine bir ya da birkaç malzeme koyarak hazırladığınız her şey tapas oluyor. Et, balık, diğer deniz ürünleri, kızartılmış ya da çiğ sebzeler, zeytin, peynir… aklınıza hayalinize gelebilecek her şey olabilir. Genelde İspanya’da et ürünleri sığır değil domuz etinden yapılıyor. Eğer domuz eti yemiyorsanız, etli pintxo veya tapas sipariş ederken dikkatli olun.  Tapas ile pintxo arasındaki tek fark şu: tapas’ta malzeme ekmeğin üstüne öylece koyuluyor, pintxo’da bir kürdanla tutturuluyor. Bunları aslında İspanyollar karın doyurmak için değil, dışarıda içki içerken atıştırmalık olarak yiyor. Her barda mutlaka tapas ya da pintxo servis edilir. Her birimiz farklı bir çeşit pintxo tabağı sipariş ettik; sonra onları aramızda değiştirip afiyetle yedik. Beni tabii kesmedi. Bıraksalar daha kim bilir kaç tane daha götürürdüm! Daha sonraki akşamlar, envaiçeşit balık ve deniz ürününü tattık. Paella denen içinde deniz ürünlerinin, hatta etin bulunduğu pilav benim her zaman favorim olarak kalacak.

Bask içkilerine gelince... Kendilerine has Txakoli dedikleri bir beyaz şarapları ve Patxaran dedikleri güvemeriğinden yapılan bir tür likörleri var. Eşit oranda şarapla kolayı karıştırarak hazırlanan Kalimotxo adında bir içecekleri daha bulunuyor ki, değil denemek, ağzıma bile sürmedim. Bunu daha ziyade kolayı ve şarabı süpermarketten satın alarak kendiniz hazırlıyor ve sokakta dolaşırken içiyorsunuz. Gece vakti neredeyse bütün gençlerin elinde görebilirsiniz. 

Şehri keşif

Belediye binası
Şehrin dar sokaklarında insanlara değe değe yürümekten daralmış olacağız ki, karşımıza gelen ilk geniş ve ferah yere kendimizi attık. Meğer belediye binasının arkasına çıkmışız. Bugün denize gitmeyeceğimiz için, denize şöyle göz ucuyla bir bakıp belediye binasının önüne dolaştık. Çok güzel bir bina. Buranın da çevresi insan kaynıyor. Önünde kocaman bir park var. Bunca gelgeç turistin arasında şehrin yerlileri günlük yaşamlarını sürdürüyor. Köpeklerini gezdirenler, kaykayla kayanlar, koşu ve yürüyüşe çıkanlar, pusetleriyle bebeklerini gezdirenler… Belediye binasının olduğu yerden itibaren şehrin dokusu da hafiften değişiyor. Şehrin çekirdeğini oluşturan o en eski tarihî kısmın sokakları çok daha dar, evler çok daha sıkışık. Buralarda ise eşit büyüklükte dörtgen parsellere ayrılmış, dama tahtası gibi bir şehir başlıyor. Bask-İspanyol sorununu az çok biliyorsunuzdur. Burada değinip tadınızı kaçırmayayım ama Bask Bölgesi, İspanya’nın diğer bölgelerine göre çok zengin. Zaten binalardan tutun da, insanların giyim kuşamına kadar her şeyden belli oluyor bu zenginlik. Ben hayatımda gördüğüm en güzel apartmanlara Bask Bölgesi’nde rastladım. Bu yönüyle San Sebastián bir başka güzeldi.
 
Buen Pastor Katedrali
İşte bu güzel caddelerde yürürken, elimizde rehber ya da harita olmadığı için tamamen tesadüfî, şehrin katedralinin kulesini gördük. Hemen bulunduğu tarafa seğirttik ve Buen Pastor Katedrali’ni ziyaret ettik. Gotik tarza sahip, 1897’de yapımı tamamlanmış ve kilise olarak hizmete girmiş. 1949’da San Sebastián’a bir başpiskopos atanınca, başpiskoposun makamı olması için kiliseye katedral payesi verilmiş. (Gotik-Roman mimari tarzının ayrımı için bu yazımı; kilise-katedral ayrımı içinse şu yazımı okuyabilirsiniz) Bu kadar yeni olduğu için, süslemeler bakımından pek zengin değil. Hele içi, çok daha sade. İçindeki en çarpıcı ayrıntı, cam bir tabut içine tüller ve dantellerle yerleştirişmiş yaralı Hz. İsa heykeliydi. Bütün İspanyol kiliselerinde gördüm bunu. İnançlı kadınlar kilisede bir emekleri bulunsun, kiliseyi azıcık güzelleştirebilsinler diye evde danteller, kanaviçeler işleyip, kiliseyi süslüyorlar bunlarla.

Katedralden çıkıp bir süre da ilerledik ama kent merkezinden uzaklaştıkça görmeye değer şeyler gitgide azalmaya başlamıştı. Bir parka vardık ve burada Urumea Nehri’yle karşılaştık. Mundaiz Köprüsü’nü geçerek nehir kıyısı boyunca gerisin geriye şehir merkezine yürümeye başladık. Maria Cristina Köprüsü’nün başındaki kulecikler birer sanat eseriydi. Fotoğraf çekindikten sonra nehrin karşı yakasındaki evleri izleye izleye yürümeye devam ettik. Bu kez Santa Catalina Köprüsü’ne geldik. Bu daha sade bir köprü ama yine de güzel. Başka ülkelerle kıyaslayıp Türkiye’yi küçümseyenlerden hiç hazzetmem ama bu köprüleri görünce bizim koskoca İstanbul’un Unkapanı Köprüsü aklıma gelmedi değil hani. Bu köprüyü de bırakıp yola devam etiğimizde, nehir okyanusla kavuşmadan önceki son köprüye varıyoruz. Kursaal Köprüsü. Bu da çok güzel bir köprü ve adını burda bulunan ünlü kongre merkezi, Kursaal Sarayı’ndan (Palacio Kursaal) alıyor. Çağdaş mimarinin ürünü olan bu bina, çoktan San Sebastián’ın simgelerinden biri olmuş bile. Biz vardığımızda çevrede bir kalabalık, bir hareket vardı. Meğer o gece açıkhava konseri olacakmış. İnsanlar hemen arkadaki Zurriola Plajı’nda denize girerek konser saatini bekliyorlardı. Acaba yeryüzünde kaç şehirde böyle bir şey olabilir?

Kursaal Köprüsü ve Kursaal Sarayı'nın gece görüntüsü

Zurriola Plajı ve San Telmo Müzesi

Zurriola Plajı demiştik. Bu, San Sebastián’da denizle ilk yakından karşılaşmamız oldu. Deniz dediğime bakmayın siz, San Sebastián Atlas Okyanusu kıyısında. Bildiğiniz okyanus. Gün içinde tüm kıyılarda 4 kez müthiş bir gelgit olayı yaşanıyor. Met yani kabarma olayı olduğunda kumsal oldukça daralıyor. Ay veya güneşin etkisiyle cezir yani çekilme gerçekleştiğinde ise sular öylesine geriliyor ki, suyun boyunuzu geçtiği yerlerde, kum üstüne yürüyorsunuz. Zurriola Plajı’nda o gün ayaklarımızı suya sokmakla yetindik ve bir daha oraya hiç uğramadık. Kursaal Köprüsü’nden karşıya geçtiğimizde yine Casco Viejo’ya, eski şehre geldik. Yön tabelalarında Museo de San Telmo’yu gördük. Nedir diye gittik. Çok eski çok köklü bir müzeymiş. İçinde arkeolojik eserlerden tutun da, güzel sanatlara kadar çok geniş bir koleksiyon varmış. Müzeler şehri Madrid’de geçirdiğimiz 10 günden sona arkadaşımla şöyle bir birbirimize baktık ve girmedik. Siz girmek isterseniz kısaca bilgi vereyim: bilet fiyatları tam 6, indirimli (öğrenci, 65 yaş+ ve 10+ gruplar) 3 avro. Salıdan pazara, sabah 10.00 ilâ akşam 20.00 arasında ziyaret edilebiliyor.

Monte Urgull

San Sebastián Limanı ve arkada Monte Urgull
Müzenin hemen arkasından Monte Urgull’a çıkış olduğunu öğrendik. Monte İspanyolcada dağ demek ama buraya bir tepe demek daha uygun aslında. Urgull Tepesi diyelim. Urgull Tepesi’nin zirvesinde küçük bir kale (Mota Kalesi) ve şehrin çoğu yerinden görülebilen 12 metrelik bir İsa heykeli var. Heykel 1950’de yerleştirilmiş. Kaleye otobüs çıkıyor ama biz kendimize güvendiğimiz için, yavaş yavaş da olsa yürüyerek tırmandık tepenin dolambaçlı yollarını. Zaten güneş de yakıcı etkisini yavaştan yitirmişti. Tepedeki kalemsi yapı, bir zamanlar şehrin güvenliğini sağlayan en önemli yapıymış. Pek çok kez kuşatılmış. İçinde küçük bir müze de vardı ama giriş ücretli miydi, değil miydi; öyleyse kaçaydı şimdi hatırlamıyorum. Zaten oraya kaleyi ya da dev heykeli görmeye çıkmıyor hiç kimse. Bunlar aşağıdan çok daha güzel görünüyor zaten. Urgull Tepesi’nin sunduğu asıl güzellik, müthiş şehir manzarası. Hele ki bizim gibi günbatımında çıktıysanız tadından yenmez!

Urgull’dan iniş için bir başka yolu seçtik. İndiğimiz yerde şehrin küçük limanıyla karşılaştık. Limanla ilgili aklımda kalan en önemli şey, suyun içinde yüzen kol kadar balıklardı. Limanın çevresinde çok sayıda balık lokantası ve hediyelik eşya dükkânı vardı. Bir tabelanın okları da akvaryum ve deniz müzesini işaret ediyordu. Akvaryumun methini daha önce de duymuştuk. Yarın yapılacaklar listesine bunları dâhil ederek, akşam yemeğini burada bir yerde yedik. Daha sonra hediyelik eşya dükkânlarında ve şehrin ışıl ışıl sokaklarında biraz oyalanıp odamıza geri döndük. 

İkinci gün

San Sebastián’daki ikinci günümüze biraz geç başladık. Geç kalktığımız için kahvaltıyla öğle yemeğini birleştirmeye karar vererek, doğruca yine limana gittik ve akvaryumun yolunu tuttuk. Akvaryumun binası dışarıdan bakıldığında pek küçük ve sade görünüyor. Girişleri soruyoruz. 12 avro diyorlar. Değecek mi diye tartışıyoruz kendi aramızda ve San Sebastián’a gittiğimizi duyanların tavsiyelerine güvenerek girmeye karar veriyoruz. Ben gerçi akvaryum ve hayvanat bahçelerine bayılırım. Nerde olsa severek ziyaret ederim ama hakkını yemeyeyim; bu da gerçekten güzel bir yerdi. 360 derecelik tüneli ürperticiydi. Sağınız, solunuz, üstünüz tamamen cam. Yürüdüğünüz platformda ise küçük pencereler var. Altınızı da görebiliyorsunuz. Üstünüzden köpekbalıkları, dev kaplumbağalar, vatozlar geçiyor. Bir de sinema perdesi büyüklüğünde dev bir camın önüne koyulmuş sıra koltuklarda oturup dinlenirken akvaryumu ve deniz canlılarını izleyebildiğiniz bir yer vardı. Orayı da çok sevmiştim. Akvaryumun yanısıra bir de deniz müzesi vardı. Burada dev balık iskeletleri, türlü türlü deniz canlılarını inceledikten sonra çıktık. Yaklaşık 2 saat sürdü akvaryum ve müze gezisi. 
La Concha Plajı

Çıkınca hemen karnımızı doyurup, o rüya gibi La Concha Plajı’na geldik. Önce şehirde görülmesi gereken yerleri görmeyi kararlaştırmış olduğumuz için denize ayağımızı bile sokmadan Ondarreta Plajı’na geçtik. Zurriola, La Concha ve Ondarreta plajları aslında yan yana sıralanmış üç güzel kumsal. Ama Zurriola Plajı, Urumea Nehri ve Urgull Tepesi aracılığıyla La Concha’dan; La Concha Plajı ise büyük bir kaya parçası aracılığıyla Ondarreta Plajı’ndan ayrılmış. El pico del Loro  dedikleri o kaya parçası sahil şeridi boyunca kesintisiz devam eden caddeyi de kesintiye uğrattığı için, bir tünelle bu dev kaya parçası delinmiş. Tam bu kayanın tepesinde Miramar Sarayı’nı (Palacio Miramar) görüyorsunuz. İspanya Kraliyet ailesi tarafından yaptırılmış müthiş güzellikte bir bina. Uzaktan fotoğraf çekerek yetiniyoruz ve Ondarreta Plajı’nın sonuna değin yürüyoruz. Burada şehrin bir diğer ünlü tepesi Monte Igueldo var.
 
Monte Igueldo'ya çıkan füniküler
Vardığımız noktada bir meydan ve bu meydanda füniküler istasyonu var. Fünikülere gidiş-dönüş biletin 3 avro gibi bir fiyatı var. Her 15 dakikada bir araç kalkıyor. Kırmızı şirin fünikülere binip ağaçlar arasından aheste aheste tepeye çıkıyoruz. Tepede bir gözlem kulesi ve 1900’lerin başında yapılmış tarihî bir lunapark olduğunu söylemiş miydim? Disneyland’ın ilkel bir çeşidi gibi!

Zaten tepede, şehrin eşsiz manzarasını bedava sunan bir seyir terası varken, ayrıca kuleye çıkmaya gerek görmedik. Lunaparkı ise epece turladık. Önce oyuncakların basitliğini görünce güldük ama yine de birkaçına binmeye karar verdik. Basit göründüğüne bakmayın, son derece heyecanlıydı! Şimdi bindiğimiz oyuncakların adını tam hatırlamıyorum ama korku evi, tren ve sulu bir oyuncağa binmiştik. Her oyuncak için farklı ücret kesiliyor. Genelde hepsi 2 ilâ 2,5 avro arası.
 
Denizi dinlerken...
Elimizde dönüş için füniküler bileti olmasına karşın, manzaranın keyfini sürmek için dolambaçlı yokuşlardan yürüyerek indik. İnişte sahilde bulunan El peine del Viento (Rüzgâr Tarağı) adlı çağdaş sanat eserini gördük. Genelde çağdaş sanat adı ürettikleri şey benim için hiçbir şey ifade etmez ama kayalara gömülmüş bu dev demir parçaları oldukça ilginçti. Eserin bulunduğu yerde zemine açılan deliklere eğilip denizi dinliyorsunuz. Bu da çok etkileyici bir deneyimdi. Burası artık şehrin simgesi olmuş. San Sebastián’da gitmeyi çok isteyip de gidemediğim yer Santa Clara Adası oldu. Burada eski bir denizfeneri ve yalnızca cezirde (deniz çekildiği zaman) ortaya çıkan çok güzel bir kumsalı varmış. Her otuz dakikada bir kalkan teknelerle ulaşım sağlanıyor. Motora dedikleri tekneler limanın oradan kalkıyor, bilet gişeleri yine orada. Tekne beni yalnızca adaya atsın diyorsanız 4 avro; yok bir de koyda tur yaptırsın derseniz 6 avro ödüyorsunuz. Biz çok niyetlendiysek de gidemedik. Bir bakıma iyi oldu… İşte San Sebastián’a yeniden gitmek için bir bahane işte!

Deniz keyfi ve dönüş

Met ve cezir arasındaki su farkı açıkça görülüyor
Buradan sonra San Sebastián’da deniz sefamız başladı. Değil çakıl taşı, deniz kabuğunu bile zor bulacağınız o güzelim ince kumlu altın sarısı kumsallarda 2 gün boyunca nasıl günümüzü gün ettiğimizi hiç anlatmayayım. Su biz Akdenizliler için epeyce soğuk. Neticede Türkiye’nin en kuzeydeki toprağı olan Sinop’tan bile daha kuzeyde San Sebastián. Denizde gelgit yaşandığında, bilhassa cezir (çekilme) varken dikkatli olmak gerekiyor. Deniz epeyce gerilediği için, yüzmek isterseniz çok açılmanız gerekiyor ve buralar çok derin olabilir. Deniz bazen fazla dalgalı olabileceğini unutmayın. Dilerseniz şezlong ve şemsiye kiralayabileceğiniz yerler var. Biz tek bir yerde sabit kalmadığımız için almadık. Tüm plajlarda tuvalet, duş, içmesuyu bulabileceğiniz yerler var. İspanya'da çıplaklık oldukça kabul görmüş bir şey. Plajda üstsüz güneşlenen kadınların yanısıra uluorta mayosunu değiştiren adamlar da görebilirsiniz. Uyarmadı demeyin!

San Sebastián 1 aylık Bask Bölgesi gezimizin sondan bir önceki durağıydı. Evi epeyce özlemiş, gezmekten de fazlasıyla yorulmuştuk. Giderayak iyi dinlendik bu güzel şehirde. Hepimiz o kadar sevdik ki, uçağa bineceğimiz Bilbao’ya ayaklarımız geri geri gider vaziyette yola çıktık. Deniz ve doğa seviyorsanız bu güzel şehri mutlaka ziyaret edin. Şu yazdıklarıma bir ilave de siz yapmak isterseniz lütfen yorumlarınızı eksik etmeyin! İyi gezmeler!

Bu yazıdaki bazı görseller https://commons.wikimedia.org/wiki/Ana_Sayfa adresinden alınmıştır.

29 Mayıs 2014 Perşembe

Yurtdışından kart atmak

Kartpostal göndermek şimdilerde kulağa çok demode gelebilir. Eskilerde kalmış bir âdet olduğunu söyleyebilirsiniz. Ama cep telefonlarının yaygın olmadığı, internetin ise esamisinin bile okunmadığı yıllarda, bayram ve yılbaşı tebrikleri için vazgeçilmez şeylerdi kartlar. 90’lı olmama rağmen, ben bile akrabalara kart attığımızı ve birilerinden kart aldığımızı hatırlıyorum. Gerçi hâlâ ilkokulda çocuklara kart yazma ödevleri veriliyor ama sanırım gerçek anlamda kartpostallara yetişen en son nesiliz biz.

Neyse ki kartpostallar tümüyle silinmedi yaşamımızdan. Yurtdışına seyahate çıkanlar hâlâ sevdiklerine kart atarak bu geleneği yaşatıyor. Ben de gittiğim her seyahatte, mutlaka aileme ve yakın arkadaşlarıma kartpostal gönderirim. Posta kutunuzda ya da çoğu postacının zarfları bıraktığı apartman girişinde adınıza bir kart görmek nasıl güzel bir duygudur…  

Kart atmaya da almaya da bayılırım.
Bu yazıda yurtdışından kart göndermenin inceliklerine ve püf noktalarına değineceğim. Öncelikle kimlere kart göndermek istediğinize karar verin. Yurtdışına çıkmadan önce kart atmak istediğiniz kişilerden adreslerini isteyin ve not defterinize kaydedin ki adreslerini öğrenmek için yurtdışından onları aramak zorunda kalmayın.

Adresleri siz seyahate çıkmadan belli bir süre önce isterseniz ya da onlara hissettirmeden bir şekilde kendiniz öğrenirseniz, kart ellerine geçtiğinde büyük sürpriz yaşar ve daha çok sevinirler.

Türkiye’de posta sistemi ne yazık ki pek iyi işlemiyor. Arkadaşlarımın attığı kartların çoğunu alamadım. Benim kartlarımdan da kimileri alıcılarına ulaşmadı. Adresleri eksiksiz aldığınızdan emin olun. Yazmanız gerekenler: Alıcının adı soyadı, mahalle adı, cadde ve/veya sokak adı, kapı numarası, daire numarası, posta kodu, semt ve/veya ilçe adı, il adı ve İngilizce olarak büyük harflerle ülke adı… (Eğer bulunduğunuz ülkenin dilinde Türkiye’nin nasıl yazıldığını biliyorsanız onu da ekleyin) Diyelim ki İspanya’dan ya da Almanya'dan Türkiye’ye bir kart atıyorsunuz, o hâlde doğru bir adres şu şekilde olur:

Ali Velioğlu
Falanköy Mh. Filancapaşa Cd. No:17, D:3
34880, Falankent / Istanbul
T U R K E Y (Turquía) 
veya


Ayşe Velioğlu
Kuşuçmaz Mh. Kervangeçmez Cd.
Dağbaşı Sitesi, D blok, No:15, D:2
06505, Issıztepe / Ankara
T U R K E Y (Türkei) 

Genelde apartman adının adreslerde hiçbir geçerliliği yoktur. Eklemeseniz de olur. Posta kodunu ise hiçbir adresimize eklemeyiz ama posta kodu, postacının eli koludur. Gönderilerimizin adresine ulaşma olasılığını artırır. Mutlaka sorun ve öğrenin. Eğer arkadaşınız da bilmiyorsa; şu bağlantıya tıklayın. İlçe ve mahalle adını girerek, o semtin/mahallenin posta kodunu öğrenebilirsiniz.

Yurtdışında kartpostal nerelerde bulunur? Durum aşağı yukarı Türkiye’de olduğu gibi. Kartpostal hemen her yerde artık kullanımdan kalktı. Tek kullananlar seyahate çıkanlar. O nedenle bulabileceğiniz yerler sınırlı. Kartpostallar genelde kaldırım üstlerindeki, “kiosk” dedikleri gazete satan ufak büfelerde, kırtasiyelerde, kitapevlerinde, hediyelik eşya dükkânlarında satılır. Çoğu zaman postanelere yakın yerlerde bu dükkânlardan biri mutlaka vardır.

Peki kartpostal seçiminde nelere dikkat etmek gerekir? Ta yurtdışına kadar gitmişsiniz, sevdiklerinize kedili, köpekli, bebekli kartlar atmak olmaz tabii. Bulunduğunuz şehrin manzaralarını taşıyan kartlar en ideal seçimdir. Eğer yılbaşı tatili için gitmişseniz, Noel Babalı, kar temalı kartlar da olabilir. Son zamanlarda –devasa denebilecek kadar- farklı boyutlarda kartpostallar çıktı piyasaya. Siz klasik boyuttakileri tercih edin.

Kartınızı attığınız ülke de önemli. Eğer bir yere tek bir şehir görmek için gidiyorsanız elbette seçme şansınız yok. Ama ardarda birden fazla ülke veya şehir görecekseniz, kart atma işini içlerinde en özel olan şehre bırakmalısınız. Hele ki, Lihtenştayn, San Marino, Monako, Lüksemburg, Andorra, Vatikan gibi ufak ülkelerden atılan kartlar her zaman daha egzotiktir ve daha fazla heyecan yaratır.   

Ayrıca kartpostalları yalnızca sevdiklerinize göndermek için değil, kendinize saklamak için de alın. Kartpostalların üzerinde şehrin en güzel fotoğrafları ve o şehirle özdeşleşmiş şeylerin resmi bulunur. Hatıra kutunuzda ya da albümünüzde tutacağınız bu kartpostalları her gördüğünüzde seyahatinizi hatırlarsınız. Ben fotoğraf çekmek ve onları çıkartmakla uğraşmak yerine, hazır kartpostallar almayı tercih ediyorum gittiğim yerlerden.

Kartpostallarda, mektupta olduğu gibi özel konulara girilmez, soru sorulmaz. Yazılacak şeyler genelde basmakalıp kartpostal cümleleridir. Zaten bir kartpostala yazabilecekleriniz de sınırlıdır. En fazla 4-5 cümle sığar. Fazla yaratıcı olmanız gerekmez.  Hatta birbirine yakın olmayan tanıdıklarınıza aynı cümleleri bile yazabilirsiniz. Aşağıda birkaç örnek veriyorum:

Sevgili anneciğim, babacığım,
Bu kartı size Xxxxx’ten gönderiyorum. Burası harika
bir yer. Öyle güzel eğleniyoruz ki… Umarım bir gün
birlikte de buraları görebiliriz. Sevgiyle kalın...
                                                                                                   Ad ve imza

Ayşeciğim,
Bu kartı sana Xxxxx'dan atıyorum. Tam senlik bir
yer. Keşke birlikte gelebilseydik. Havalar biraz
sıcak ama şehir harika. Anlatacağım öyle çok şey
var ki! Kucak dolusu sevgiler!
                                                                                                   Ad ve imza

Nuran teyzeciğim,
Xxxxx'den selamlar! Harika bir tatil geçiriyoruz.
Otelimizin mükemmel bir manzarası var. Gelecek
yaz mutlaka birlikte gelmeliyiz buraya. Seni çok
özledim. En kısa zamanda görüşmek üzere.
                                                                                                   Ad ve imza

Kartpostalın gönderilmesi meselesi… Genelde kartpostal zarf içinde gönderilmez diye bir kural vardır. Ama bu benim bir türlü içime sindiremediğim bir şey. Birincisi uluslararası gönderiler yolda çok fazla hırpalanıyor. Çamurdan tutun da makine yağı lekesine kadar her şeyi gördüm aldığım kartların üzerinde. Dağıtıma çıktığında yağmur suyu yeme olasılığı da var. Çuvallar içinde, kim bilir hangi koşullarda istifleniyor, o özene bezene yazdığımız kartlar. Bu nedenle zarfsız gönderilen kartlar genelde fazlasıyla hırpalanmış olarak sahiplerine ulaşır. Bunun önüne geçmek için ben fırsat bulursam kartları zarfın içine koyarım. Bu her zaman kolay olmuyor. Kart sattıkları hâlde, zarf satmayan çok yerle karşılaştım. Hele ki, ülke diye geçinen San Marino’da, zarf bulmak için dolaşmadığım yer, girmediğim dükkân kalmadı. Yalvar yakar, esnaftan 2 zarf buldum da 3 kartın ikisini içine koyabildim…

Kartpostalları zarf içinde göndermek istememin bir diğer nedeni de, yazdıklarımı başkalarının görmesini istememem. Evet, 3-4 cümlelik bir kartpostalda özel bir şey olamaz. Ama yine de meraklı komşuların ya da postacının benim dostlarıma ya da aileme özel olarak kaleme aldığım şeyleri okuması fikri beni rahatsız ediyor. 

Kartpostalların arka yüzünde, adres yazmak ve pul yapıştırmak için ayrılmış bölümler bulunur. Eğer zarf kullanırsanız, bu bölümleri de yazı yazmak için kullanabilirsiniz. Ben eğer zarf kullanıyorsam, buralara da özel notlar düşer ya da ev halkından birine özel bir iki satır yazarım.

Kartpostalı zarfsız atacaksanız, adresi pul bölmesinin altına yazmalısınız. Kendi adresinizi yazmıyorsunuz. Eğer benim gibi ille de zarfa koymakta ısrarcıysanız; zarfın sağ alt köşesine göndereceğiniz kişinin adresini yazacaksınız. Sol üst köşeye ise daha ufak boyutlu harflerle adınızı, soyadınızı ve zarfı gönderdiğiniz şehirle ülkeyi yazın. Orada kalıcı bir adresiniz bulunmadığı için sizin adres yazmanız gerekmiyor. Örneğin şu yeterli:

Alican Yılmaz
Marsilya, FRANSA
Pulu eğer siz yapıştıracaksınız, kartın ya da zarfın sağ üst köşesine yapıştırmalısınız. Size verilen pul, gönderi ücretini tek başına karşılamayabilir. Örneğin, 1 avroluk bir gönderi için, size 50 sentlik (0,50 avro) iki adet pul verebilirler. Bunları yan yana yapıştırmalısınız. Pulu yapıştırmak için yalamanız ya da şu meşhur pul süngerlerinde ıslatmanız gerektiğini herhâlde söylememe gerek yoktur!

Hollanda'ya giden bir İspanyol arkadaşımdan aldığım bir kart. Tek pul, gönderi ücretini karşılamadığı için iki pul kullanılmış. Zarfsız aldığım bu gönderinin pul ücreti (2011'de) 0,70 avro imiş. 

Kartpostallar zarf içine girince mektup muamelesi görür ve gönderi ücreti biraz artar. Ama bu atla deve değil. Çoğu Avrupa ülkesinde, zarflı veya zarfsız gönderilerin fiyatı 1 ila 1,5 avro arasında olacaktır. Gönderilerde ödemeniz gereken şey PUL parasıdır. Eğer herhangi bir yerden o ülkenin pulunu edinmiş ve zarfınıza/kartınıza yapıştırmışsanız, postanede ayrıca bir ödeme yapmak zorunda kalmazsınız. Yalnız, yapıştırdığınız pulun tutarının, uluslararası gönderiler için yeterli olup olmadığını sorup öğrenin. Örneğin, 1,5 avro tutacak bir gönderinin üzerine 1 avroluk pul yapıştıramazsınız.

Günümüzde artık pul da iyiden iyiye kayboldu. Pul yerine bir damga basıveriyorlar. Ne korkunç. Ben renk renk, çeşit çeşit pulları seviyorum. Hem almasını, hem göndermesini. Ben pul koleksiyonu yapmıyorum ama yapan tanıdıklarıma özellikle en güzel pulları seçip yolluyorum.    

Gelelim kartların nasıl postaya verileceğine. Kartı aldığınız yerden, yeterli tutarda pul da aldıysanız ne âlâ. Gidip kartınızı herhangi bir posta kutusuna atabilir ya da bir postaneye elden verebilirsiniz. Ama eğer elinizde pul yoksa bir sorun var demektir. Bu durumda ya pul bulmalısınız ya da bir postane. Bir gönderiyi doğrudan postaneden yollamak elbette insanın içini daha da rahatlatıyor. Ama şehrin caddelerinde bulunan posta kutularına attığım kartlar da, çoğunlukla sağ salim alıcılarına ulaştı.

Eğer yurtdışına haftasonu için gittiyseniz ya da seyahatiniz boyunca bir postaneye uğrayamadıysanız, kartlarınızı en kötü ihtimalle havalimanlarındaki posta kutularına atabilirsiniz. Her ülkede, posta kutularındaki gönderilerin toplanma sıklığı değişiklik gösterebilir ama havalimanlarında bu her zaman daha hızlıdır. 

Yurtdışından attığınız kartın Türkiye’ye gelmesi ne kadar sürer? Bu sorunun kesin bir yanıtı yok. Elbette Yunanistan’dan attığınız bir kartla Japonya’dan attığınız bir kart aynı sürede gelmeyecektir. Ülkesine göre sıklığı ve şekli değişmekle birlikte, uluslararası gönderiler genelde haftada bir kez, cumaları yola çıkar. Ekseriyetle havayolu kullanılarak (PAR AVION) dağıtılır. Bundan sonrası Türkiye Postası’nın insafına kalmış bir şey. Adresi doğru yazmadıysanız genelde hiç yerine ulaşmaz. Ufak bir şehir ya da kenar bir semt ise, ulaşması çok uzun vakit alır. Benim 1 haftada ulaşan kartım da oldu, 3 ay sonunda ulaşan kartım da. Arkadaşlarımdan beklediğim kartlar elime ulaşmadığı zamansa postaneyi arayarak çirkeflik yaptım ve bir keresinde kartımın geldiğini ama nedense bir kenara atılıp bekletildiğini öğrendim. İşte bu yüzden, Türkiye’de posta servisine güvenim sıfır. Umarım sizin attığınız kartlar alıcılarının eline geçer!

   

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Yurtdışına çıkanlara 5 önemli tavsiye

Yurtdışına çıkmaya karar verdiğiniz andan itibaren yoğun bir sürece girersiniz. Vize hazırlığı, pasaport, seyahat sigortası derken gezi öncesi hazırlıklara sıra gelir. Gezinizi ne kadar iyi bir biçimde planlarsanız, o kadar verimli bir tatil yaparsınız. Seyahat öncesini planlamak kadar, seyahat sırasında neler yaptığınız, nasıl davrandığınız da önemlidir. Gittiğiniz her ülkenin kendine has özellikleri vardır çünkü. Bu nedenle dikkat etmemiz gereken pek çok husus var. İşte bu yazıda kişisel deneyimlerimden yola çıkarak geziniz sırasında işinize yarayacak 5 önemli tavsiye vereceğim.

1. Selam ve tebessüm

Tebessüm günlük yaşamımızdan silineli çok oldu. Maalesef selam da gitgide kayboluyor. Artık bir gişe çalışanına selam verdiğinizde şaşırıyor, hiç fark ettiniz mi? Size bu konuda tavsiyem, özellikle yurtdışında gittiğiniz her yerde iletişim kuracağınız kişilere selam verin. Buna yapmacıktan da olsa bir gülümseme katarsanız tadından yenmez. Gittiğiniz ülkenin dilinde en azından “Merhaba” ve “Teşekkür ederim” demeyi öğrenmenizi öneririm. Belki İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da, İspanya’da aynı etkiyi yaratmaz ama daha küçük, kendine özgü dilleri olan ülkelerde insanlara kendi dillerinde selam vermeniz onların gururunu okşayacak; size yapılacak muameleyi olumlu yönde etkileyecektir. Bu tür basit tümceleri İnternet’te kısa bir aramayla bulabilirsiniz. Akıllı telefon ya da tablet kullanıyorsanız, böyle basit cümlelerin telaffuzlu biçimde listelendiği uygulamalar var; onlardan birini indirebilirsiniz. Böyle bir zahmete girmek istemeyebilir; hattâ İngilizceyi bile doğru düzgün konuşamıyor olabilirsiniz. Sonuçta dil bilmemek gezmeye engel değil. O hâlde, sıcak bir gülümseme ve bir baş selamı bile tek başına yeterli olacaktır. Bir selam ve gülümseme size restoranda küçük bir ikram, bilet gişesinde öğrenci kartınız yoksa bile bir öğrenci indirimi, hediyelik eşya dükkânlarında bir jest olarak geri dönebilir. Huysuz, aksi, mızmız, asık suratlı turist hiçbir ülkede sevilmez. Kaba ve soğuk bir tutumla sipariş ettiğiniz kahve gelirken, garsonun içine tükürmeyeceğinin garantisi var mı??? :)   

2. Gelenek ve yasaları gözetin

Mayo plajda giyilir!
Dediğim gibi, her ülkenin kendine özgü bir kültürü, kendi gelenek ve görenekleri ve tabii ki yasaları var. Bunlardan haberdar olmak, bu farkları gözetmek ve saygı duymak çıktığımız gezilerde işimizi kolaylaştıracaktır. Dışarıdan gelen biri olarak elbette yasalara uymak mecburiyetindesiniz. Gelenek ve göreneklere uymak ise zorunda olmasanız da yapmanız gereken bir şey. Bu konuda gideceğiniz ülkeyle ilgili küçük bir araştırma yapmanızı öneririm. Daha önce gidenlerden fikir almak da çok yararlı olabilir. Örneğin, Doğu ve Ortadoğu ülkelerinde çıplaklığın hoş karşılanmayacağını unutmayın ve bu ülkelerde –kadın ya da erkek- uzun paçalı, en azından yarım kollu ve göğsü kapalı giysiler giymeyi tercih edin. Bu sizi meraklı ve öfkeli bakışlardan korur. Batı ülkelerinde bu durum çoğu zaman kabul görse de, oralarda bile her şeyin bir sınırı vardır. Mesela mayo veya bikininizle kumsaldan çıkıp bir markete girmeyin. Mayo plajda giyilir! Çoğu yerde zaten “mayoyla köy içine girmeyin” levhasını bulacaksınız.

Bunun dışında alkol konusuna da dikkat edin. Bazı Avrupa ülkelerinde bile sokakta, toplutaşıma araçlarında, parklarda, meydanlarda alkol tüketmek yasaktır. Bunu ihlâl etmeniz durumunda yüklü bir ceza yiyebilirsiniz. Müslüman ülkelerde ise çok daha dikkatli ve saygılı olmalısınız bu konuda. Gürültü, şamata, yüksek sesli kahkahalar, yüksek sesle telefonda görüşmek zaten dünyanın hiçbir yerinde hoş karşılanmaz. İtalya gibi gürültücü milletler bile bunu yapan turistler olunca bir medeniyet abidesi kesilip, sizi kınayabilir.

Poz vermek ya da dinlenmek için olmadık yerlere oturmayın ya da tırmanmayın. Toplutaşıma araçlarında ya da parklardaki banklarda ayakkabılarınızla insanların oturduğu yerlere basmayın. Yerlere çöp atmayın. Kiliselere ya da tapınaklara uygun giysilerle girin. Mabetlere girerken başınızdan şapkanızı, ağzınızdan sakızınızı çıkartın. Fotoğraf çekmenin ya da flaş kullanmanın yasak olduğu yerlerde bu yasağı delmeyin. Çünkü bir görevli “flaş yasaktır” levhasını size göstererek size budala muamelesi yapacaktır. Kendinizi bu duruma düşürmeyin.

3. Yemek meselesi

En açıkgörüşlü, en yenilikçi insanlar bile, damak tadı söz konusu olduğunda son derece tutucu olabilirler. Mutfak konusunda yeniliklere açık olmanızı öneririm. Gittiğiniz ülkenin yerel tatlarını denemekten çekinmeyin. Bazı yiyeceklere karşı alerjiniz ya da tüketim kısıtlamanız varsa gittiğiniz yerlerde söyleyeceğiniz yemeğin içinde ne olduğunu sorabilirsiniz. Bazı yemeklerde alkol, alışkın olmadığınız yerel baharatlar veya domuz eti kullanılıyor olabilir. Bunu göz önünde bulundurun ve sormaktan çekinmeyin.

Gittiğiniz ülkenin yerel tatlarını denemekten çekinmeyin
Dünyanın her yerinde bulabileceğiniz fastfood restoranlarına, Türklerin işlettiği kebapçılara (buna aslında çok da karşı değilim, muhabbetleri çok güzel olabiliyor gurbetçilerin), o bölgeye özgü olmayan yiyecekler sunan lokantalara gitmeyin. Fakat yerel yemek sevdasıyla, şehrin en turistik yerindeki tıklım tıklım mekânlardan da uzak durun. Böyle yerler hep çok kalabalık olur hem de fiyatlar olması gerekenden daha şişkindir. Kalabalık müşteriyle başa çıkmak için genelde porsiyonlar özensiz ve lezzetsiz hazırlanır. Siz siz olun, gittiğiniz şehrin yerlileri nerede yemek yiyor onu öğrenin. Bir bankta otururken, o şehrin yerlisi genç bir öğrenciye danışmanız, genelde sizi en iyi adrese yönlendirir. Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun, öğrenci milleti en iyi yemeği, en ucuza nerede bulabileceğini pek iyi bilir!  

Gittiğiniz yerlerde sipariş verirken yemeklere fazla müdahale etmeyin. Menüde size en uygun olanı seçin ve yemeğin önünüze gelmesini bekleyin. İçinde şu olmasın, üstüne bundan serpmeyin vb gibi kaprisler genelde hoş karşılanmaz ve sonu da pek hayırlı olmaz. Düşünsenize Türkiye’ye gelen bir turist bilmediği için, mantının ya da İskender’in üstüne yoğurt koymayın diyor. Sizin de yemeğinizden çıkarttıracağınız bir malzeme, yemeğinizin tadını bozabilir. Garson iyi niyetle sizi uyarmak isteyebilir. Siz itiraz edersiniz ve alın size gereksiz bir gerginlik. O nedenle, yiyebileceğiniz bir şeyi seçin ve şefin maharetine güvenin.  


4. Değerli eşyalarınız

Geziye çıkarken altın künyelerini, küpelerini, kolyelerini, bileziklerini de beraberinde götüren hanımları oldum olası anlamam. Zaten Avrupa toplumları da bizim bu altın tutkumuzu hiç anlamaz. Onların güzellik anlayışında altının pek yeri yok, baştan söyleyeyim. Bu nedenle hanımlar, altınlarınızı evde bırakın. Böylece kaybetmeniz durumunda ah vah etmenizin de önüne geçmiş olursunuz. Hele ki, Doğu ülkelerine ya da yoksul Avrupa ülkelerine gidiyorsanız değerli eşyalar taşımak sizi açık bir av konumuna sokar. Başta kendi güvenliğiniz için değerli takılarınızı evde bırakın.

Akıllı telefonlarınız, tablet bilgisayarlarınız ya da pahalı kameralarınız varsa bunları korumak da önemlidir. Özellikle trenler ve otobüsler yüksek riskli alanlardır. Hele ki yorgunluk atmak için biraz kestirmeye karar vermişseniz, çok büyük tehlike altındasınız. Bu eşyalarınızı hiç göstermeksizin çantanızda saklamanız yararlı olabilir. Müze kuyruklarında, parkta çimlerde uzanırken vb yakınınızdaki birinin usulca çantanızı açıp sizi soyması işten bile değildir. Hangi ülkede olursanız olun, artık yankesiciler çok büyük bir sorun. Buna karşı dikkatli ve tedbirli olun.

Yurtdışına çıkarken para değişimi yapmak önemlidir. Genelde bu işi Türkiye’de yapmak daha mantıklı. Çünkü Türk Lirası yurtdışına az bulunan para birimleri kategorisine giriyor ve döviz kuru Türkiye’dekinden daha yüksek olabiliyor. O nedenle ihtiyacınız olabilecek miktarda parayı Türkiye’de değiştirerek yola çıkmak mantıklı. Tabii paranıza sahip çıkmak, seyahatin en güç kısımlarından. Paranızı cüzdanda, cüzdanı da cepte ya da çantanızda tutmak hırsızlara, yankesicilere davetiyedir. Taşımaktan çekinmezseniz bir bel ya da boyun çantası kullanmanızı öneririm. Bel çantasının ise fermuarlarını dikkatli kapamanız gerekir; yoksa değerli eşyalarınızı döke döke yürürsünüz, haberiniz bile olmaz. Boyun çantasına ise yalnızca para koyulur ve tişörtünüzün içine atılır. Fazla şişkin olursa giysinizin altından belli olur, çirkin görünür. Kullanması çok zor olsa da hepsinden güvenlidir boyun çantaları.  Tabii tüm paranızı aynı yerde tutmamaya da özen gösterin. Farklı yerlere bölüştürün ki birini yitirmeniz durumunda diğeri imdadınıza yetişsin.

Bir miktar parayı da kara gün akçesi olarak ayırmakta yarar var. Seyahat sonuna kadar hiç kullanmayın bu parayı. Acil bir durumda kullanmak üzere saklayın. Acil bir durum olabilir, beklenenden önce ülkeye dönmeniz gerekebilir. Uçak bilet almanız gerekebilir. Kâbus senaryoları çoğaltılabilir. Bu parayı harcamadan ülkeye dönerseniz bir dahaki gezinizin finansmanı için ilk parayı kenara koymuş olursunuz, fena mı? :)

5. Pazarlık etmek ve tutumluluk

Bir turistin yurtdışında en iyi bilmesi gereken şeylerin başında tutumluluk ve pazarlık etmeyi bilmek gelir. Gereksiz harcamalardan ve şişkin fiyatlardan kaçınarak çok farklı etkinliklere bütçe ayırabilirsiniz. Örneğin otelinizden bir müzeye gidiyorsanız ve arada iki duraklık bir mesafe varsa; otobüse binmeyip yürüyün. Hem şehrin sokaklarını, caddelerini keşfetmiş olursunuz; hem de gidiş-dönüş otobüs/metro biletinden tasarruf edeceğiniz toplam 4 avroyla şehrin en güzel kafesinde yarım saat oturup bir kahve içebilirsiniz mesela.

Madde 1’de belirttiğim üzere içten bir selam ve buna eşlik edecek bir gülümseme, alışverişlerinizde size çok yardımcı olabilir. Satıcı sizi kazıklamaktan vicdan azabı duyabilir ya da size güzel bir indirim yapabilir belki de! Girdiğiniz yerlerde, özellikle hediyelik eşya dükkânlarında fiyatlar üç aşağı beş yukarı aynıdır. Ve çoğunluğu Çin’de üretilmiş olan ucuz mallar değerlerinin çok üstüne satılırlar. İşte bu durumda pazarlık etmeyi iyi bilmek gerekir. Pazarlık etmekte utanılacak bir şey yok. Onlar üç kuruşluk malları öyle fahiş fiyatlara satmaktan utanmıyorlarsa; siz pazarlık etmekten niye utanasınız? Baktınız ki, satıcı pazarlığa yanaşmıyor nazikçe rest çekin. Teşekkür edin, pahalı bulduğunuzu söyleyin ve elinizdekileri bırakıp dükkândan çıkmaya yeltenin. Genellikle sizi geri döndürüp istediğiniz indirimi verirler. Vermedilerse aynı şeyi bir başka dükkânda deneyebilir ya da fiyatlar aynı düzeydeyse risk almayıp başka bir dükkândan alışverişinizi yapabilirsiniz.

Promosyonlu ürünleri tercih etmek de bütçeniz için yararlı olacaktır. 3 fiyatına 4 adet, 7 fiyatına 10 adet gibi kampanyalar sunan dükkânları tercih edin. Çoğu zaman aynı hediyelikten 10 adet almak çok fazladır. Bu durumda arkadaşınızla 5-5 alıp fiyatı paylaşmak veya o ürünle ilgilenen bir başka müşteriye aynı şeyi teklif etmek iyi olabilir.

Özellikle hediyelik alırken pazarlıktan çekinmeyin
Madde 3’le ilintili bir başka tavsiyeye gelelim. Yemek yiyeceğiniz zaman fiks menü sunan restoranları tercih etmeniz yine bütçenizi olumlu yönde etkileyecektir. Yemekleri, içecekleri, tatlıları ayrı ayrı aldığınızda genelde daha fazla ödersiniz. Fiks menülerse hem bilmeyenler için birbiriyle uyumlu yiyecek/içecekleri sunar, hem de daha uygun fiyatlıdır.

Taksiciler turistlerin belalısıdır desem çok mu ayıp etmiş olurum? Maalesef dürüst olmayan insanlar yüzünden gerek Türkiye’de, gerekse yurtdışında yabancısı olduğunuz bir yerde taksi kullanmak kazıklanmakla eşdeğer oldu. Ben yurtdışında hiç taksi kullanmıyorum. Daha uzun da sürecek olsa toplutaşımayı tercih ediyorum. Hiç değilse kazıklanmıyorum, param cebimde kalıyor. Her zaman bavulumu olabildiğinde hafif hazırladığım için toplutaşıma kullanmak benim için sorun değil. (Bavul hazırlığıyla ilgili tüyolarım için buraya tıklayın)

Eğer uygunsuz uçuş saatlerine denk geldiyseniz ya da gerçekten çok fazla bavulunuz varsa ve bu nedenle taksi kullanmak zorundaysanız; binmeden evvel taksiciye adresi gösterin ve ortalama kaça patlayacağını sorun. Aynı şeyi bir başka taksiciye daha sorun ve aldığınız yanıtlar birbiriyle örtüşüyorsa taksiye binin. Taksiciden mutlaka taksimetre kullanmasını isteyin. Faturanızı almayı unutmayın. Dedem hep anlatır. Bir keresinde İsviçre’de taksiye binmiş ve ineceği zaman fiyatı epeyce tuzlu bulmuş. Taksici fatura kesmiş, plakasını ve adını yazmış. Gidip yarın istediği bir polise faturayı göstermesini, eğer suçluysa şikâyetçi olabileceğini söylemiş. Şimdiki taksicilerin önemli bir bölümü maalesef bu dürüstlükten pek uzak.

***

Bunlar dışında sizin de gerekli olduğunu düşündüğünüz konular varsa aşağıdaki yorum bölümünden ya da yandaki iletişim sekmesi üzerinden lütfen bana bildirin ki, bir başka yazımda değineyim. Şimdiden iyi yolculuklar!  

25 Mayıs 2014 Pazar

Gezi arkadaşları

Geziye çıkarken dikkat etmeniz gereken pek çok husus vardır. En uygun bavulu ya da en uygun ayakkabıyı seçmeniz gerektiği gibi, geziye çıkarken size en uygun arkadaşı seçmek de çok önemlidir. Yanınızda kafa dengi ve uyumlu bir gezi arkadaşı varsa, en rahatsız koşullarda, en kötü şehirlerde bile inanılmaz derecede eğlenebilirsiniz. Aynı şekilde, pek iyi anlaşamadığınız kişilerle ya da hiçbir şeyden hoşnut olmayanlarla çıkılan bir yolculuk, en güzel şehirlerden bile zevk almanıza mâni olur.

Seyahate en yakın arkadaşlarınızla çıkın
Seyahat arkadaşı seçerken ya da arkadaşlarla seyahate çıkarken nelere dikkat edilmeli? Bu sorunun yanıtı son derece kişisel ve göreceli olacağından, size ancak kişisel deneyimlerime dayanarak birkaç tavsiyede bulunabilirim.

Öncelikle seyahate çıkacağınız kişileri en yakın arkadaşlarınız arasından seçmeye çalışın. Huyunu suyunu bilmediğiniz insanlarla eğlenme olasılığınız son derece sınırlıdır.

Çıkacağınız tatilin odak noktası ne olacak? Önce bunu belirlemeli; seçtiğiniz seyahat arkadaşının buna uygun olup olmadığına bakmalısınız. Gittiğiniz yerin tarihî ya da doğal güzelliklerini mi görmek istiyorsunuz? Yoksa alışveriş merkezi ve mağazaları gezmek mi sizi daha çok cezbeder? Siz ünlü bir katedrali gezmek için can atarken, gezi arkadaşınız şehrin mağazalarına girip elbise denemek istiyorsa, işiniz zor! Yani ikinizin de ilgi alanları aynı yönde olmalı.

Gecelerin nasıl değerlendirileceği

Gece yaşamı sizin için ne derece önemli? Siz dışarı çıkmak istediğinizde arkadaşlarınız size eşlik edecek mi? Ya da arkadaşlarınız dışarı çıkmak isterse, siz otelde kalıp dinlenmeyi mi yeğleyeceksiniz? Gittiğiniz şehirde akşamüstü tüm müze ve diğer gezilecek yerler birer birer kapılarını kapattığında genelde akşam yemeğini yersiniz. Çoğu zaman akşam yemeğini, yeni yeni ışıkları yanmaya başlayan şehirde yapılan kısa bir gezinti izler. Bundan sonra iki olasılık vardır. Ya bir şeyler içmek için bir bara gidilir, ya otele geri dönülüp uyunur. Siz gidip şehrin gece hayatını keşfetmek isterken, arkadaşlarınız gezmekten bîtap düşmüş ve bir an önce yorgun ayaklarını uzatıp yatmak istiyorsa yine işiniz zor! Gece çıkmaları ve alkol alma herkesin sevdiği bir şey değildir. Seyahat arkadaşınızı seçerken bunu da göz önünde bulundurmakta yarar var.

Öncelikler

Tarih ve sanat siz ve arkadaşlarınız için ne ifade ediyor? Müze müze gezmeye bayılan, müzedeki her resmin ya da her nesnenin önünde durarak inceleyenlerden misiniz; yoksa müzeleri vakit kaybı olarak görenlerden mi? Çoğu insan müze gibi kapalı yerlerde vakit geçirmeyi sevmez. Şehrin belli başlı yapılarını gördükten sonra parkları, kafeleri ya da mağazaları gezmekten hoşlanır. Kimileriyse müzeleri, gittikleri ülkenin sanatsal birikimini keşfetmeyi sever. Geziye çıkacağınız arkadaş ya da arkadaşları seçerken buna da dikkat etmelisiniz. 

Seyahat temposu

Kimileri çabuk yorulur...
Herkesin vücut yapısı farklıdır. Kimisi çabuk yorulur, kimisi gücünü ve zindeliğini gün sonunda kadar muhafaza eder. Gittiğiniz seyahatlerde, özellikle Paris, Roma gibi yerlerde müze girişlerinde uzun kuyruklar bekleyeceğinizi unutmayın. Hele ki şehiriçi ulaşımı da yürüyerek gerçekleştiriyorsanız gerçekten yorulacaksınız. Kimileri, dinlenmek için 1 saatlik bir öğle yemeği molasını yeterli bulurken, kimileri gün içinde bir veya birkaç kez bir kafede ya da bir parkta soluklanmayı isteyebilir. Oturarak geçirdiğiniz her saatin, sizin bir yerleri görmenize engel olduğunu unutmayın. Bu nedenle, ne siz oyunbozanlık yapıp arkadaşlarınızın bir yerle görmesine engel olun, ne de yanınıza size ayakbağı olacak birini alın. Aynı tempoda bir gezi yapabileceğiniz bir arkadaş seçerseniz sorunsuz bir tatil geçirirsiniz.      

Lüks düşkünlüğü

Lüks kavramı, herkese göre değişiklik gösterir elbette. Seyahat arkadaşınızla rahatınıza düşkünlüğünüz ne kadar yakınsa, o kadar iyi olur. Örneğin 2 yıldızlı bir otelin sunacağı konfor sizin için yeterli olabilir. Kimileri rahatına daha düşkündür ve daha fazla lükse ihtiyaç duyar. Kimileriyse yatacak bir yatak olduğu sürece, toplu yatakhanede yatmayı bile sorun etmeyebilir. Siz yerel lezzetleri denemek isterken, arkadaşınız dünyanın her yanında bulunan fastdood restoranlarında ya da bir Türk kebapçısında yemeyi tercih edebilir. Ya da tam aksine, siz ekonomik açıdan uygun bir yerde karnınızı doyurmak isterken, arkadaşınız güzel manzaralı lüks bir restoranda yemeyi teklif edebilir. İşte tüm bu çelişkileri yaşamamak için bu konuda da kafanızın uyuştuğu bir arkadaş seçmeniz önemlidir.

Parasal sorunlar

Bazen basit bir yemekle de yetinmek gerekebilir
Sizin ve seyahat arkadaşlarınızın ekonomik düzeyi aynı olmayabilir. Bir taraf “gereksiz” bulduğu harcamalardan tasarruf etmek isterken, onun gereksiz bulduğu şeyi karşı taraf çok elzem bulabilir. Örneğin, şehiriçi ulaşımda tek tek bilet ya da jeton alıyorsanız 1-2 duraklık kısa mesafelerde siz yürümeyi tercih edebilirsiniz. Arkadaşınız ise bir bilete, kısa mesafe için de olsa 2 avro vermekten çekinmeyebilir. Özellikle otelinizin ve yemek yenecek mekânın seçiminde parasal durum, yine sorun oluşturur. Bu yüzden, seyahat arkadaşınızla aranızda çok fazla ekonomik fark olmamasına dikkat etmelisiniz.  

Sonuç olarak

Bu unsurlardan bir ya da birkaçı konusunda aranızda uyuşmazlık olursa sonuç mızmızlık, surat asma, söylenme vb. olacaktır. Böyle bir ortamda asla eğlenemezsiniz. İyi bir gezi arkadaşı çok az bulunur ve bir kez bulundu mu kolay kolay bırakılmamalıdır.

Yakın arkadaşlarınızla seyahat etmek, eğlenme katsayınızı doğrudan artırır. Normalde iyi sohbet ettiğiniz insanlarla, neşeniz, şamatanız yurtdışında her zaman daha fazla olur. 

Yeni edineceğiniz arkadaşlar

Yanınızda götürdüğünüz arkadaşlar kadar, seyahatiniz süresince edindiğiniz arkadaşlar da vardır. Yeni insanlarla tanışmaktan hiçbir zaman çekinmeyin. Bir tren ya da uçak yolculuğunda tanıştığınız bir yerli; ya da müze kuyruğunda tanıştığınız başka ülkeden gelmiş bir gezgin… Siz samimiyseniz, karşı taraf da güven veriyorsa çok güzel dostluklar kurabilirsiniz. Bir kuru merhabayla başlayan sohbet, e-posta adreslerinin alınması ya da Facebook’ta arkadaş olmayla sonuçlanabilir. Muhabbetinizin derinliğine göre daha sonra tekrar buluşmanız, birbirinizi evinizde ya da şehrinizde konuk etmeniz bile mümkün.   

22 Mayıs 2014 Perşembe

Anadolufeneri

Anadolufeneri, İstanbul’un en özel köşelerinden biri. Boğaziçi’nin Anadolu Yakası’nda bulunan en kuzeydeki köyü. Karşı yakadaki Rumelifeneri köyüyle kardeş bir nevi. Karadeniz’le İstanbul Boğazı’nın birleşim noktasında bulunduğu için, ziyaretçilerine eşsiz manzaralar sunuyor. Anadolufeneri köyü, adını tarihî Anadolu Feneri'nden alıyor.

Köy meydanındaki sade kafeler
Beykoz ilçesine bağlı olan köy, Beykoz’a yaklaşık 15 km uzaklıkta. İstanbul’un merkezine, hatta bağlı bulunduğu ilçeye bile bu kadar uzak olması onu diğer Boğaziçi köylerine nazaran daha sakin bir adres yapıyor. Yakına kadar köy arazisi yasak askerî bölge içinde bulunduğundan, köyde yozlaşma ve bozulma asgarî düzeyde. Ama maalesef Anadolufeneri köyü tarihî dokusunu koruyamamış. Neredeyse köydeki tüm evler betonarme ve pek güzel oldukları söylenemez. Köyün ziyaretçilerine sunduğu güzellik daha çok doğa ve yeşille ilintili.

Öncelikle köye nasıl gelebileceğinizi anlatayım. Köye gelmek için insanlar genellikle özel araçları tercih ediyor. Anadolukavağı üzerinden gelecekseniz, kasabanın içinden önce Yoros Kalesi yolunu, oradan da tabelalara bakarak Anadolufeneri yolunu takip edeceksiniz. Beykoz üzerinden gelecekseniz iki yol var: Ya Akbaba Köyü (artık mahalle oldu) yolunun bitiminden Anadolufeneri yoluna sapacaksınız; ya da Dereseki ve Kaynarca köylerinin yolunu kullanarak Anadolufeneri’ne varacaksınız. Birinci yolu kullanırsanız Poyraköy sapağından da geçeceğiniz için bu köye de uğrayabilirsiniz. İkinci alternatifteyse İstanbul’un üç değişik köyünü ve bambaşka bir yüzünü göreceksiniz.

Atatürk büstü ve köy otobüsü 15D
İkinci yol, aynı zamanda İETT otobüslerinin de kullandığı yol. Kavacık’tan kalkarak Paşabahçe ve Beykoz’dan geçen 15D numaralı otobüsler sizi bir bilet ücreti karşılığında ta Anadolufeneri’ne kadar götürüyor. Anadolufeneri’nden Beykoz’a otobüs yolculuğu yaklaşık 40 dk, Kavacık’a ise yaklaşık 70 dk sürüyor. Köye çalışan herhangi bir şehirhatları vapuru ya da özel şirket yok.

Anadolufeneri, Boğaziçi’nin en küçük köylerinden biri. Hele kardeşi Rumelifeneri’ne kıyasla epeyce küçük. Doğal bir koyu var. Hem denizle kucak kucağa, hem de denizden biraz kopuk. Karadeniz’e uzanan sarp kayalıkların tepesine kurulmuş köy. Koya inen dik bir rampa var. Koyun kıyılarında çekek yerleri var. Balıkçılar her sabah buradan açılıyor Boğaz’a ya da Karadeniz’e. Köyün koyundan yazın denize girenler oluyor tabii ama Poyrazköy gibi bir kumsalı olmadığı için yabancı ziyaretçileri pek cezbetmiyor. Belki de köyün böylesine kendi hâlinde kalmasının bir nedeni de budur.

Köyde Askeriye’nin varlığı hemen hissediliyor. Köyün muhtelif yerlerinde Askeriye tarafından yaptırılan pek çok Atatürk anıtı var. Köyün tarihî dokusunu yitirdiğinden söz etmiştim. Köydeki yegâne tarihî yapılar köy çeşmesi, köy camii, köye adını veren fener ve fenerin içinde bulunduğu küçük kalecik.

Köy çeşmesi, zamanla yol seviyesinin altında kalmış. Çeşmeyi incelemek için yoldan çeşmeye “inmek” gerekiyor. Çeşmenin Osmanlıca kitabesinde şunlar yazılı:

Köy çeşmesinin kitabesi
Köy camisine ve fenere, bu çeşmenin önündeki Cami Çıkmazı’ndan gidililiyor.  Köydeki Hamid-i Evvel Camisi, denizfenerinin hemen yanıbaşında bulunuyor. Kiremit çatılı sade bir tasarıma sahip olan cami 1880 yılında yapılmış. Caminin yanında ufak bir seyir terası var. İşte köyün en güzel yeri burası. Aşağıda köyün koyunu, çekek yerlerini, köyün yamaca kurulmuş evlerini, karşıda Üçüncü Köprü’nün Poyrazköy’de ve Garipçe’de yükselen ayaklarını, sağda ise Karadeniz’le İstanbul Boğazı’nın kavuşmasını görüyorsunuz. Burada saatlerce vakit geçirebilir insan. Fotoğraf çekmeye ve çekinmeye doyamıyorsunuz.

Caminin içinden bir görünüm
Caminin hemen yanındaki denizfenerine ancak özel izinle girilebiliyormuş. Bende özel izin falan olmadığına göre uzaktan bakmakla yetindim fenere… Şimdiki fener 1856 yılında inşa edilmiş fakat çok daha eskilerden beri bu noktada bir fener olduğu biliniyor. 1500’lerde çizilen bir haritada bile burada fener olduğu belirtiliyormuş. Fener o zamanlar yunus veya balina yağıyla aydınlatılırmış. Şimdiki feneri ise Fransızlar yapmış ve belli bir süre için işletme hakkını satın almış. Bu dönemden sonra zeytinyağı ve gazyağıyla aydınlatılmaya başlanan fener, Cumhuriyet’in ilânıyla birlikte devlet tarafından satın alınarak millîleştirilmiş. O günden beri Kıyı Emniyeti’ne bağlı olarak gemilere yol göstermeyi sürdürüyor. Tabii bugün artık elektrik kullanılıyor.

Denizfenerinin çevresindeki küçük kale dikkat bile çekmiyor. Aslında daha ziyade fenerin bir parçası sanılıyor. Kale duvarının üstünde şu kitabe var:

Fenerin çevresindeki küçük kalenin duvarında yer alan kitabe
Köyde yapılabilecekler oldukça sınırlı. Görülecek yerler sınırlı olduğundan köyde daha çok yeme-içme etkinliği öne çıkıyor. Köy küçük ve sapa olduğundan, bu konuda da fazla çeşit yok. Köyde iki ünlü balık restoranı var. Müdavimleri balık zamanlarında buraları dolduruyor. Bunun dışında köy meydanında yer alan küçük bir kafeyle, köy kahvesi var. Köy kahvesinin girişinde “Aile Çay Bahçesi” yazsa da içeridekiler genellikle erkek. Köy çeşmesinin önündeki küçük, sade kafede ise genelde köy kadınları toplaşıyor. Köyün çevresinde piknik ve mangal yapılabilecek alanlar da var.

Anadolufeneri’nde çok büyük beklentiler içinde olmadan, bir şeyler görmek ya da yemek için değil; kafa dinlemek, doğayla baş başa kalmak için gidilmeli. Sırf sunduğu manzara ve temiz Karadeniz havası için bile gitmeye değer!

Köye adını veren Anadolu Feneri ve çevresindeki kale duvarları
Caminin yanındaki terastan koyun manzarası
Anadolufeneri'nde artık İstanbul'la özdeşleşen kırmızı sokak tabelalarından biri
Anadolufeneri'nin 1823 yılından kalma mermer çeşmesi

İETT otobüslerinin sefer tarifesi:  http://www.iett.gov.tr/tr/main/hatArama/hatsaatleri/15D_ANADOLUFENERİ---HALAYIKDERE---DERESEKİ---KAVACIK-İETT-Otobüs-Sefer-Saatleri

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Yûşâ Tepesi

Yûşâ Tepesi ve Hz. Yûşâ Türbesi, İstanbul’un en kutsal mekânlarından biri. İstanbul’un Anadolu Yakası’nda, Beykoz ilçesine bağlı Anadolukavağı mahallesinde bulunuyor. Türbenin bulunduğu tepeyi özellikle ziyaret edenler bulunduğu gibi, Anadolukavağı’na giderken uğrayanlar da var.

Hz. Yûşâ Kabri' girişindeki 1892 tarihli beyit 
Hz. Yûşâ’nın, İsrailoğullarına gönderilen 4 büyük peygamberden biri olduğuna inanılıyor. Kuran-ı Kerim’de adı geçen peygamberlerden. Yalnızca Müslümanların değil, Hıristiyan ve Musevilerin de peygamberi. Musa peygamberle aynı dönemde yaşamışlar. Rivayete göre Hz. Musa ve Yûşâ birlikte Mecmeul Bahreyn’e (İki Denizin Birleştiği Yer, yani Boğaziçi’ne) gelmişler. Daha sonra Hz. Musa ölünce kendisine peygamberlik görevi verilmiş. Burada öldüğü için bu tepeye gömülmüş.  Anadolukavağı’ndaki bu yatır dışında, dünyada Yûşâ peygamberle ilişkilendirilen iki yer daha var. Biri Gaziantep’te, diğeri Filistin’de.

Tarihî kaynaklara bakıldığında, buraya Hıristiyanlık öncesinde de kutsallık atfedildiği anlaşılıyormuş. İlk önceleri Zeus’un adına bir tapınak varken, Bizans döneminde Hıristiyanlığın kabulünden sonra burası bir kiliseye çevrilmiş. Kilise bir depremde yıkılınca Osmanlılar döneminde yerine bir mescit yapılmış.

Hz. Yûşâ Camii (Fotoğraf: galpay)
Tepenin peygamber makamı olarak nam salması ise daha yakın bir tarihe dayanıyor. Rivayete göre Kanuni Sultan Süleyman’ın sütkardeşi ve aynı zamanda İstanbul’un ulularından olan Yahya Efendi, bir gece rüyasında Yûşâ Peygamberi görmüş. Hz. Yûşâ, yerini belirterek, Yahya Efendi’yi ziyaretine çağırmış. Yaşadığı dönemde bilgisiyle rakipsiz olan Yahya Efendi, Yûşâ peygamberin makamının Filistin’de olduğunu bildiğinden, çok şaşırmakla birlikte rüyasına kulak asmamış. Ertesi gece aynı düşü ikinci kez görmüş. Şaşkınlığı daha da artmakla birlikte, yine “rüyayla amel olmaz” diyerek bir şey yapmamış. Bir sonraki gece aynı düş üçüncü kez yinelenince kalkıp söylenen mekâna gitmiş ve bölge insanına sorular sorarak işin iç yüzünü anlamaya çalışmış. Bir çoban, 10 yıldır orada sürü otlattığını söylemiş ve bir nokta göstermiş. Gösterdiği noktada pek leziz ve gür otlar bulunmasına rağmen koyunlar o noktaya gelince ilerlemez; o noktanın iki yanından geçer gider; daha sonra gösterdiği bir başka noktada yine birleşirlermiş. Bunun üzerine Yahya Efendi, çobanın belirlediği noktaların etrafını çevirmiş ve Yûşâ peygamberin makamının burası olduğuna karar vermiş. Çobanın gösterdiği o ilk ve son noktanın arası yaklaşık 17 metre. Yani Hz. Yûşâ’nın ünlü kabrinin boyu kadar.

Hz. Yûşâ'nın ünlü 17 metrelik kabri (Fotoğraf: galpay)
Yatırın peygamber kabri olduğu inancı, genellikle Yahya Efendi’nin bu manevî keşfi ile ilişkilendirilse de, mezarın boyutuyla ilgili rivayetler daha da çeşitli. Bir rivayete göre mezar, peygamberin şahsına duyulan saygıdan dolayı özellikle büyük yapılmış; bir başka rivayete göre zâtın yattığı yer tam bilinmediği için, üç aşağı beş yukarı isabet eder düşüncesiyle kasten büyük tutulmuş; son rivayete göre burada Hıristiyanlık öncesi dönemde devler yaşadığına ve burada bir dev mezarı olduğuna inanılırmış. Daha sonra Hıristiyanlığın doğuşu ile bu inanış biraz değişmiş, İslamiyet’in doğuşuyla da İslam inancına harmanlanmış.

Ayrıntılar her ne olursa olsun, bugün Hz. Yûşâ’nın kabri İstanbul’un en kutsal yerlerinden biri olarak kabul görüyor. Üsküdar’daki Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri, Sarıyer’deki Tellibaba ve Başiktaş’taki Yahya Efendi yatırlarıyla birlikte Hz. Yûşâ İstanbul’un en ulu 4 evliyası arasında sayılıyor. Kimileri, bu dört uluların İstanbul şehrini kazalardan, belalardan, afet ve salgınlardan koruduğuna inanırken, kimi de denizci ve balıkçıların dostu olduğunu söylüyor.

Hazirede çoğunlukla türbedarlar gömülü
Sanıyorum ki, peygamber olduğu sanıldığından içlerinde en kıdemlileri Hz. Yûşâ olarak görülüyor. Çünkü yatır yılın her günü ziyaretçi akınına uğruyor. Bilhassa cumaları, üç aylarda, Ramazan’da, kandillerde, kandil arifelerinde, bayramlarda ve bayram arifelerinde ziyaretçi sayısı daha da artıyor.

Belediye ve müftülük yatır çevresini titizlikle düzenlemiş. Yatıra çıkan yol genişletilmiş, çok sayıda park yeri inşa edilmiş, kabir, kabrin yanındaki cami, seyir terası ve meydan yenilenerek turizme kazandırılmış. Daha ziyade yerli turistlerin akın ettiği türbeye, yabancı turist olarak en çok Araplar geliyor.

Şimdi Yûşâ Tepesi’ne nasıl gidileceğini anlatayım. Tepe, Beykoz’un Tokatköy ve Anadolukavağı semtleri arasında yer alıyor. Özel araçla gitmek bir seçenek. Sahilden ya da Kavacık Kavşağı’ndan Yeni Riva Yolu’na bağlanarak gidebilirsiniz. Anadolukavağı ya da kahverengi Hz. Yûşâ Tepesi tabelalarını izlemelisiniz.
Peki benim gibi arabası olmayanlar bu mekânı nasıl ziyaret edebilir? Toplutaşıma araçları buraya gelebilmek için bir diğer seçenek.
  •  Üsküdar (15) veya Kadıköy’den (15BK) otobüse binerek Beykoz’a gidin. Beykoz’da 15A’lara binebilirsiniz. Yûşâ Tepesi durağında ineceksiniz
  • Kacavık Köprüsü’nden geçen herhangi bir otobüse binin. İkinci Köprü’yü kullanan otobüslerin neredeyse hepsi bu duraktan geçer. İndiğiniz zaman üstgeçitten üstyola çıkın ve 15A’lara binin.
15A (Kavacık-Anadolukavağı) otobüsleri gün içinde iki yönden de her otuz dakikada bir kalkıyor. Kaçırırsanız bir sonrakini beklemek zorundasınız. 15A’lar dışında başka otobüs ya da minibüs yok. Kavacık-Yûşâ Tepesi arası yaklaşık 40-45 dk sürüyor.

Hz. Yûşâ'yla ilgili Müftülüğün bilgilendirme yazısı
Otobüsler sizi tepenin altındaki yolda bırakıyor. Yukarı çıkmak için tek yol tabana kuvvet! Ziyaretçiler genelde belediyelerin özel gezi otobüsleriyle getirdiği kadınlar. Bazı hanımlar toplaşıp minibüs kiralayarak da gelebiliyor. Tabii onlar tepeye kadar araçla çıkabiliyor. Eğer araçlarında boş yer varsa el işareti yapmanız durumunda sizi hayrına yukarı çıkarmayı kabul edebilirler. İnmesi olmasa da, çıkması biraz yorucu. Özellikle yaz günlerinde tempoyu iyi ayarlayamazsanız terlemeniz işten bile değil. Bu nedenle yukarı çıkan bir arabaya ya da otobüse el kaldırarak şansınızı denemek mantıklı.

Yukarı da çıktıysanız sıra girişe gelmiş demektir. Bunun için iki yol izleyebilirsiniz. Birincisi sağdaki cami girişinden girmek. Kısa bir ağaçlıktan geçip cami tuvaletleri ve şadırvanının yanın geliyorsunuz. İbadet etmeyi düşünüyorsanız burada abdest alabilirsiniz. Ardından çıkıp camiye girebilirsiniz. Cami tarihî bir mekân olmakla birlikte oldukça sade tasarlanmış. Türbenin yanında şu an kullanılan cami, Sadrazam 28. Çelebizade Mehmet Sait Paşa tarafından 1755’te yaptırılmış. O zamanlar dahi öylesine çok ziyaretçisi olurmuş ki, 3. Selim (1789- 1808) döneminde bir süre, izdiham yaşanmasın diye burada mevlit okunması bile yasaklanmış.

Caminin hemen arkasındaysa tepenin o eşsiz manzarasını sunan seyir terası bulunuyor. Burası tıklım tıklım. Taş zeminde piknik yapan hanımlar mı istersiniz, oyun oynayan çocuklar mı, Kuran-ı Kerim okuyan insanlar mı… Manzara insanı tutsak ediyor. Ayrılmak öyle zor ki… Önce karşı kıyının neresi olduğunu anlamakta zorlanıyorsunuz. Boğaz’a görmeye alışık olmadığımız bir noktadan bakıyoruz çünkü. Karşı kıyının Avrupa mı Anadolu mu olduğunu tartışanlar vardı hattâ. Tarabya Oteli’nden kıyıyı göz takibine alıp, semtleri sıralayınca anladık ki Rumelikavağı’na bakıyoruz. Anadolukavağı’nın Avrupa’daki kardeşi…

Yûşâ Tepesi'nin nefes kesen manzarası (Fotoğraf: Banucan)
Seyir terasından çıkınca tepenin asıl sahibine gidiyoruz. Hz. Yûşâ’nın kabrinin bulunduğu hazire, duvarlarla çevrilmiş, sınırlı sayıda ziyaretçi alabilecek bir yer. Güzel planlanmış bir sistem var. Yanyana iki kapı yapılmış. Sağ kapıdan giren ziyaretçiler, kabri çepeçevre dolaşarak sol kapıdan çıkıyorlar. Kimileri dilek diliyor, kimileri içinden bir dua okuyor, kimileri de uzun dakikalar boyunca Kuran-ı Kerim okuyor.

Her telden insan var. Köylüsü de kentlisi de. Özellikle modern giyimli hanımların çokluğu dikkat çekiyor. Gençlerin sayısı da bir hayli fazla. Giderken yaşlı teyzelerin arasında çok göze batacağımızı düşünmüştük hâlbuki. Düğünlerin yoğunlaştığı yaz döneminde sık sık gelin ve sünnet çocuğu ziyaretleri de gerçekleştiriliyor Yûşâ Tepesi’ne. Gün oluyormuş, park yerleri yetersiz kalıyormuş.

Elbette manzara izlemek için gelen ziyaretçiler de var ama Yûşâ Tepesi’nin ziyaretçileri genelde ibadet için orada. Kimseden bir kötülük gelmeyeceği, herkesin belli bir amaç için orada olduğu çok belli. Okunduktan sonra başkaları da yararlansın diye ortalığa bırakılan Yasin-i Şerifler, dağıtılan lokumlar, akide şekerleri, piknikçilerin ikramı börekler, çörekler… Tepeye inerken ve çıkarken hiç tanımadığınız insanların size arabalarını açması, hiç tanımadığınız, belki de bir daha hiç göremeyeceğiniz insanlarla ahbaplık kurmak, sohbet etmek, birlikte dua etmek ve dertleşmek İstanbul’da artık yalnızca bu tepede yaşayan şeylermiş gibi görünüyor.  
Dükkânlar

Kabrin bulunduğu avludan çıkınca panayır yeri gibi bir alanla karşılaşıyorsunuz. Tespih, başörtüsü, seccade, Kuran-ı Kerim gibi dinî şeyler satan dükkânların yanında, yerli köylülerin yetiştirdiği organik köy ürünleri, ev yapımı poğaçalar, börekler, gözlemeler ve ayranlar satan yerler de var.

İnsanlar genelde bu mütevazı lezzetlere burun kıvırıyor. Ama şehirde bir bardak kahveye 10 lira vermekten rahatsız olmuyor. Bu derme çatma dükkânlardan alacağınız bir kuru köy ekmeği ya da içeceğiniz bir bardak çay o köylüler için çok şey ifade ediyor.

Tepeden inişinizi otobüsün Yûşâ Tepesi durağından geçiş vaktine denk getirmeye çalışın. Durağın karşısındaki kafeden söylediklerine göre genelde otobüs oradan çeyrek geçe ve çeyrek kalalarda geçermiş. Ama hiç belli olmuyor, bizim beklediğimiz otobüs tam 6 dakika erken geldi. Eğer otobüsün gelmesine daha çok varsa, bu dediğim kafede bir çay içebilirsiniz. Beklerken gördük ki, tavukları ve mantarı pek meşhur. Belki denemek istersiniz.

Eğer Beykoz yönünden geldiyseniz ve vaktiniz varsa mutlaka Anadolukavağı’na da uğrayın. Yûşâ Tepesi’yle Anadolukavağı arası yaklaşık 4 km. Yokuş aşağı bir yol olmasına rağmen, orman içinden geçtiği için biraz ıssız. Yollar da biraz virajlı. Olası trafik kazalarını göz önünde bulundurursak yürümemekte fayda var. Otobüsle 10 dakikalık bir yol.


Anadolukavağı’na gerçekleştirdiğim geziyle ilgili yazıma şuraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.