Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu

10 Haziran 2014 Salı

Yeşilköy

Yalnızca yurtdışında gezmeyi değil, kendi yaşadığım şehirde yabancı bir turist gibi dolaşmayı da çok seviyorum. Her gün geçtiğim ya da sıkça ziyaret ettiğim semtlere bir yabancı gözüyle bakmaktan oldum olası çok zevk almışımdır. Yaşadığımız şehir, İstanbul gibi bir engin de olsa, gün geliyor gidecek yer bulamıyor; sürekli gittiğimiz yerlerden sıkılıyoruz. Bu nedenle blog’ta arada sırada şehiriçi kaçamaklar yapabileceğimiz yerleri de yazıyorum. Bu yazıda, sık sık gittiğim ve gitmekten hiç sıkılmadığım bir semti, Yeşilköy’ü yazacağım.

Ulaşım

Bakırköy İDO yakınındaki Cevizlik durağı
Yeşilköylü arkadaşım Mişelin’in davetine icabet etmek üzere Özlem Kadıköy’den, Tara Şişli’den, Lena Yeşilyurt’tan ben Samatya’dan çıktık yola… Gördüğünüz gibi uzaklık Yeşilköy’e gelmek için bahane değil. Anadolu Yakası’ndan geliyorsanız, Bostancı ya da Kadıköy’den İDO’nun denizotobüslerine binip Bakırköy’e gelmenizi öneririm. Yolculuk Bostancı’dan 40 dk, Kadıköy’den 20 dk sürüyor ve oldukça konforlu. İstanbulkart kullanırsanız 2014 yılı itibarıyla biletler tam 5,20 TL,  indirimli 3,15 TL. Tek kullanımlık jetonsa pek kârlı sayılmaz: 7,5 TL. Bakırköy Cezayirli Hasan Paşa İskelesi’nde indiğiniz zaman üstgeçitten karşıya geçiyorsunuz ve duraktan (Cevizlik durağı) otobüslere biniyorsunuz. Şu an Marmaray inşaatı nedeniyle trenler işlemediği için demiryoluna alternatif olarak işletilen BN1, BN2, BN3 kodlu otobüs hatlarının hepsine binebilirsiniz. 3 durak gidip, Hava Müzesi durağında ineceksiniz. Karşıya geçip şu an kapalı olan Yeşilköy tren istasyonunun içinden Yeşilköy’e gireceksiniz. Biraz karışık gibi görünse de özellikle Marmaray açılınca tüm bu aktarmalara gerek kalmadan Yeşilköy’e kolaylıkla gelebileceksiniz.

BN1, BN2, ve BN3 hatları dışında Yeşilköy’e Taksim’den (72T), Eminönü’nden (81) ve Yenibosna’dan (73Y) kodlu otobüslerle de gelebilirsiniz. Ayrıca Taksim’den sarı dolmuşlar kalkıyor. 5 TL’lik bir ücretle trafik yoksa 25 dk gibi kısa bir sürede Yeşilköy’de olabiliyorsunuz. Tabii Yeşilköy’e Bakırköy merkezden minibüs seferleri de var. Özel aracınız varsa İstanbul’un en güzel caddelerinden biri olan Sahilyolu’nu (Kennedy Caddesi) seyrede seyrede gelmek de bir seçenek…

Yeşilköy'de ne yapılır?

Bu tarihî evin çok acıklı bir hikâyesi varmış
Yeşilköy’e gelmek kolay. Peki Yeşilköy’de ne yapılır, ne görülür, ne yenir… Bunları anlatayım ki siz de İstanbul’un en sakin en güzel semtlerinden birini keşfedebilin! Herkesçe malûm olduğu üzere, Yeşilköy demek Havalimanı demek İstanbullular için. Atatürk Havalimanı’nın hemen altında kalan, tarihî dokusunu az da olsa korumayı başarabilmiş, canlı bir çarşısı olan, İstanbul’un içinde, İstanbul’dan da bir o kadar kopuk bir semt Yeşilköy. Adı gibi bir köymüş aslında eskiden Yeşilköy. Yerlileri genelde Rumlar ve Ermenilermiş. Rumca eski adı Ayastefanos’ken (Aziz Stefanos), Cumhuriyet’le birlikte başlayan millîleşme furyasından nasibini almış ve Yeşilköy oluvermiş. Bir rivayete göre semtin yeni isim babası ünlü yazar Halit Ziya Uşakligil’miş. Uşakligil, Yeşilköy’de bir köşk yaptırıp uzun yıllar yaşamış burada. Adı bugün parklara caddelere verilmiş semtte.

Yeşilköy’ün doğusunda Yeşilyurt, batısında Florya var. Kuzeyi havalimanıyla, güneyi Marmara Denizi’yle sınırlı. Yeşilköy’de görülmesi gereken yerlerin başında Hava Kuvvetleri Müzesi, kısa adıyla Havacılık Müzesi bulunuyor. Çocukluğumda annemler de getirmişti, hatırlıyorum. Müze; pazartesi ve salı günleri hariç, haftaiçi 09.00-16.00, haftasonları ve tatil günleri 09.00-17.00 saatleri arası ziyaret edilebiliyor. Öğrencilere giriş ücretsiz. Tam bilet 6 TL. Yalnız garip kurallar vardı. Yanınızda fotoğraf makinesi varsa ayrıca ücret talep ediliyor ama ne hikmetse kameralı cep telefonlarına bir şey denmiyor. Müzede açık alanda ve hangarlarda olmak üzere çok sayıda gerçek uçak sergileniyor. Türk Havacılığı’yla ilgili ne varsa bu müzede!

Yeşilköy’de hâlâ tarihî köşklere rastlayabiliyorsunuz. Havalimanı’na yakın olduğu için yüksek yapılara izin yok. Belki de bu yüzden korumuştur Yeşilköy tarihî dokusunu? Her köşe başında bir ahşap köşk! Bizi ağırlayan Mişelinlerin evi de böyleydi. Yüksek tavanlı,dar pencereli, iki katlı sıcacık bir ev! Sohbet, muhabbet ve bolca yemekli muhteşem bir gün geçirdik. Annesi, ablası ve kuzeniyle birlikte bizim için hazırladıkları envaiçeşit börek, çörek, tatlı, pasta, kurabiye ve salatayı burada anlatsam yürekler dayanmaz! O yüzden iyisi mi susayım, size dışarıda gidebileceğiniz birkaç mekândan söz edeyim.

Yeşilköy'ün meyhaneler sokağı (Çamözü Sk.)
Yeşilköy’de, ünü İstanbul’a yayılmış pek çok mekân bulunuyor. Gerçi yazılarımda mekân adı vermekten kaçınıyorum ama burası Yeşilköy’le özdeşleşmiş bir yer olduğu için adını anmakta bir sakınca yok. Daha önce birçok kez gittiğim Dürümcü Baba, Yeşilköy’ün en ünlü yerlerinden. Biz de akşam yemeğimizi burada yiyecektik ama arkadaşımın evindeki ziyafetten sonra su bile içmeye yerimiz kalmadığı için bu kez Dürümcü Baba’ya gitmedik. Siz mutlaka uğrayın! Dürümlerinin yanısıra çikolatalı künefeleri de pek ünlü. İstasyon Caddesi’nin paralelinde Ümraniye Bostanı Sokağı’nda bulunuyor.

Biraz tarih!

Sokak adından bahsetmişken, Yeşilköy sokaklarının adlarını çok beğendiğimi ve ilginç bulduğumu söylemeliyim: Andelip Sokağı, Endaze Sokağı, Serbesti Caddesi, Yeşilzeytin Sokağı, Tayyareci Nuri Sokağı, Sübyan Mektebi Sokağı, Dr. Kalangos Sokağı, Naima Sokağı, Mirasyedi Sokağı, Gülibrişim Sokağı… Bu sonuncusu arkadaşım Tara’nın da dikatini çekmiş! Ama hepsinin ayrı ayrı bir tarihi olmalı. Keşfetmek size kalmış!

Yeşilköy'ün İstanbul ve Türkiye tarihi açısından önemi büyük. Ünlü Ayastefanos Anlaşması 1878 yılında burada, bugün hâlâ mevcut olan bir köşkte imzalanmış. Anlaşma Osmanlı Devleti açısından ağır koşullar içeren bu anlaşmanın koşullarını merak ediyorsanız, tarih kitaplarına bir göz atarsınız artık! Yeşilköy'ün tarihî önemi bununla da sınırlı değil. Rusya'nın isteği üzerine burada (Aslında Şenlikköy mahallesi sınırları içinde) bir anıt dikilmiş. Osmanlı topraklarında ölen Rus askerlerinin kemiklerinin saklanması için yapılacağı açıklanmışsa da, söylenenlere göre bu anıt aslında Rusya'nın Osmanlı'ya karşı kazandığı savaş zaferini onurlandırmak için dikilmiş. Çok görkemli, çok süslü bir yapı olan bu anıtı Mahmut Şevket Paşa görünce küplere binmiş ve birliğini buraya yönlendirerek anıtı yerle bir etmiş. Anıtın yıkımı Fuat Özkınay tarafından peliküle de alınmış ve hiçbir kopyası günümüze ulaşmayan bu film meğerse Türk sinemasının ilk filmiymiş. Anıtın bulunduğu yer bugün askerî bölge sınırları içinde kaldığı için ziyarete kapalı ve zaten söylediklerine göre anıttan geriye bir taş bile kalmamış!   

İlk kez keşfettiğim Yeşilköy

Latin (İtalyan) Katolik Kilisesi
Yeşilköy’ün eski sakinlerinden Rumlar, artık semti neredeyse tamamen terk etmiş. Ermeni cemaatiyse hâlâ yoğun olarak yaşıyor semtte. Kiliseleri, okulları, dernekleri var. Daha önce hiç girmediğim bu yerleri, bu kez arkadaşlarımla birlikte ilk kez keşfediyorum. Öncelikle, İskele Caddesi’ndeki huzur ve bakımevinin önünden geçiyoruz. Burada eskiden Yeşilköy’e gelen Hıristiyan din görevlileri kalırmış. Hemen yanında İtalyan Katolik Kilisesi bulunuyor. Dışarıdan bakıldığında kapalı gibi görünse de, görünüşe aldanmayın. Hemen yandaki küçük kapıdan içeri giriliyor. Tabii İtalya’daki, İspanya’daki Katolik kiliselerine kıyasla mimarî olarak çok sade bir yapı. Ama yine de içindeki heykel ve resimler görülmeye değer.

Buradan çıkıp, Yeşilköy’ün ünlü meyhaneler sokağına geçiyoruz. (Gerçek adı Çamözü Sokağı) Dar bir sokak boyunca sıralanmış balık lokantaları var. Masalar sokaklara taşmış. Özellikle yaz akşamları eğlence cümbüş eksik olmuyor. Sokağın sol kanadında, meyhaneler arasına sıkışmış küçücük bir kapı var. Yeşilköy’ün yerlisi arkadaşlarım, bulabileceğim en güzel rehberler! Hemen masaların arasından süzülüp merdivenlerden aşağı iniyoruz. Kapıdan girer girmez yüzümüze kiliselere özgü o mum kokusu çarpıyor. Burası meğerse bir ayazmaymış. Yani Rum Ortodoksların kutsallık atfettiği bir su kaynağı. Aşağıda bu kutsal suyun aktığı birkaç musluk ve mumluklar var. İnsanlar burada dilek dileyip dua ediyor; bu sulardan içiyor. Bizimkiler Ermeni cemaatinden olmasına rağmen yine de mum yaktılar. E ben eksik kalır mıyım? Ben de dilek tuttum ama tabii ki de söylemem ne olduğunu! (ÇOK GEZMEYİ DİLEDİ!) Aşağının atmosferi gerçekten değişik ama mekân çok küçük olduğu için (belki 5 metrekare?) ve içeride mumlar yandığı için biraz havasızlık var. Biz de 6 kişi olduğumuzdan, fazla kalmadan çıktık yukarı.

Ermeni okulunun bahçesinde Ermenice
ԲԱՐԻ
ԵԿԱՐ (Hoşgeldiniz) yazısı
 
Yol üstünde gördüğümüz Aya Stefanos Rum Kilisesi'ne girmek istediysek de kilisenin kapıları kilitli olduğundan içeri giremedik ama duyduğuma göre içerisi çok güzelmiş. Bu yüzden, bir sonraki durağımız, güzel rehberlerim Mişelin, Lena ve Jenya’nın ilkokulu oldu. Burası da ilk kez gördüğüm bir mekân olduğu için etrafımı ilgiyle izledim. Bahçede çocuklar top oynarken, bir kazaya kurban gitmemek için dikkat ede ede birkaç fotoğraf çektim. Okul bahçesinin duvarına Türkçe ve Ermenice “hoşgeldiniz” yazmışlar. Arkadaşım Tara hemen nasıl okunduğunu gösteriyor ve açıklıyor: Pari Yegar, pari iyi, yegar gelmek demekmiş! Ermeni alfabesini oldum olası çok beğenmişimdir. Gürcü alfabesiyle birlikte en estetik bulduğum alfabelerden biri. Gürcü alfabesini az çok okusam da, Ermeni alfabesini bir türlü sökemedim. Dedem Batumlu olduğundan az çok Gürcüce de bilirim hani! (1’DEN 10’A KADAR SAYMAKTAN BAŞKA BİR ŞEY BİLMİYOR!)  

Surp Stefanos Ermeni Gregoryen Kilisesi
Okulun hemen yanında Ermeni Kilisesi var: Surp Stefanos. Surp sözcüğü bizdeki Aziz’in, Rumcadaki Aya’nın aynısı aslında. Rumca Ayastefanos, Ermenicede olmuş Surp Stefanos! Bu kilisenin gerek iç dekorasyonunu, gerekse avlusunu çok daha fazla beğendim. Yine onursal rehberlerimden Tara’nın yardımıyla kilise hakkında birkaç ufak bilgi edindim. Bana kitabeleri okudu, Ermeni kiliselerinin süslenmesinde heykellere değil, resimlere yer verildiğini söyledi. İlginç ayrıntılar!

Buradan da çıkınca, artık ayaklarımız gezmekten hafifçe yorulmaya başlamış; gözlerimiz denizi aramaya başlamıştı. Doktor Kalangos Sokağı’ndan geçerek bulduğumuz ilk aralıktan sahile attık kendimizi. Denizin esintisi anında uçurdu yorgunluğumuzu. Florya tarafına yürürseniz Çiroz Plajı’na varıyorsunuz. Plajın hemen arkasında piknik yapabileceğiniz yeşil alanlar var. Ama Yeşilköy sahilinin asıl canlı bölümü Yeşilyurt sahiline doğru olan bölüm. Bu nedenle biz bu yöne doğru yürüyoruz.

Yeşilköy sahili

Çok geçmeden küçük yat ve teknelerin demirlediği Yeşilköy Marinası görülüyor. Tabii burası Fenerbahçe, Kalamış ya da Ataköy marinaları kadar büyük ve lüks değil! Ama yine de önünden geçerken kendine baktırıyor. Yanıbaşında birkaç kumsal daha var. Belediyenin düzenlediği hakiki kum plajlar. Denizsiz ilçelerde oturan ben ve Tara, “burada oturan insanların yazlığa gitmesine gerek bile yok” diye konuşurken Yeşilköy’ün yerlisi olarak Mişelin, Lena ve Jenya bizi aydınlattı. Maalesef yazın plajı mangalbaşına çevirenler, beyaz donla denize girenler ve kadınları rahatsız eden bakışlar yüzünden Yeşilköy’de denize girmek imkânsız hâle geliyormuş. Bu nedenle çoğu Yeşilköylünün Adalar’da ya da İstanbul dışında ayrıca yazlığı var. Ben Yeşilköy’den hiç denize girmedim ama söylediklerine göre genelde su da kirli oluyormuş. Hâlbuki vakti zamanında denizinin temizliği yüzünden Atatürk, Dolmabahçe’den tekneye atlar buralara yüzmeye gelirmiş. Nereden nereye demeden edemiyor insan...

Tarihi Yeşilköy Feneri ve Polat R. Hotel
Sahil boyunca yürümeye devam ederseniz tarihî Yeşilköy Feneri’ne varıyorsunuz. Yeşilköy önleri sığlık olduğu için, deniz güvenliğini sağlamak adına 1856’da, Abdülmecit döneminde yapılmış. Fenere gelmeden hemen önce Yeşilköy’ün ünlü Çınar Oteli, feneri geçinceyse Yeşilyurt’un ünlü Polat Renaissance Oteli var. Kumarın Türkiye’de yasal olduğu dönemde, İstanbul’un en ünlü bitirimhanelerinden biri olan Polat’ta kim bilir kaç ocak sönmüştür? :)      

Bunun dışında Yeşilköy kafe, restoran ve çaybahçeleriyle ünlü. Rönepark herhâlde sadece Yeşilköylülerin değil, çevre ilçelerde yaşayanlarında bildiği ve mutlaka bir kez geldiği bir yerdir. Hubble Bubble, Manzara Café, Kırmızı Koltuk, Eleos vb gibi mekânlar da benim gibi Yeşilköy’ün gediklilerinin bildiği ve sıkça gittiği yerlerden.

İstasyon Caddesi’nin bitiminde Rum okulunun hemen arkasında Bezmialem Camii ve tarihî Osmanlı çeşmesi var. Cami yeni yapılmış, adını çeşmeyi yaptıran valide sultandan alıyor. Yeşilköy’ün asıl tarihî camisi Mecidiye Camii. Gazi Evranos Caddesi’nde bulunuyor. Bir de ilginçtir, burada Türkmenistan Başkonsolosluğu var. Genelde başkonsolosluklar Nişantaşı’nda ve Beyoğlu’nda yoğunlaştığı için burada bunu görünce şaşırmıştım.

Yeşilköy’e bu son yaptığım gezinin yeri hep ayrı olacak. Yediğim yemeklerin tadı hâlâ damağımda… Solina Teyze’nin piramit pastası, (Tanışmaktan onur duyduğum müthiş edebiyat hocası) babaları Mişel Hoca’nın taraması, Mişelin’in havuçlu-cevizlisi, ablası Jozefin’in salataları, kuzeni Rebeka’nın tavuklu böreği, Jenya’nın getirdiği kek, Lena’nın aldığı profiterol… O salatalar, o kanapeler, o tatlılar… Bu yazı aracılığıyla hepsine bir kez daha teşekkür ediyorum.

Lüks otellerin açıkbüfelerine taş çıkaran soframız
İlkini Kınalıada’da Tara’larda gerçekleştirdiğimiz bu toplanmaları, gelenekselleştirmeye karar verdik o gün! Gelecek buluşma için Solina Teyze’den Ermeni mutfağının en bilindik mezelerinden biri olan topik için söz aldık. Önümüzdeki yazı şimdiden iple çekiyorum!

Yeşilköy'ü genellikle sahil kesiminden ibaret sansak da, Yeşilköy Bakırköy ilçesinin yüzölçümü olarak en geniş mahallelerinden biri. Havalimanının yanısıra, Türk Hava Yolları'nın yönetim binaları, Dünya Ticaret Merkezi, İstanbul Fuar Merkezi ve Hava Harp Okulu yerleşkeleri de Yeşilköy mahallesinin sınırları içinde. Yeşilköy'ü bu yönleriyle de ziyaret edebilirsiniz.


Bu çevrede gezilecek, vakit geçirilecek pek çok yer var aslında. Çok yakında Florya, Bakırköy ve Menekşe ile ilgili gezi fikirleri blog’ta olacak. Ama içlerinde benim favorim hep Yeşilköy olacak. Yeşilköy dostlar sayesinde daha güzel!

Yeşilköy buluşması özçekimi!

Ayazmanın lokantalar arasında kaybolmuş girişi

Ayazmanın muslukları ve mumluğu

Özel Yeşilköy Ermeni İlkokulu / Ortaokulu
Sınıflardan biri
Yeşilköy sokaklarından biri
Ermeni kilisesinin haziresinde mezarlar

Doktor Kalangos Sokağı

Yeşilköy'de de merdivenler boyanmış!
Su yosunlu olsa da temiz görünüyor
Ayastefanos Anlaşması'nın imzalandığı konak
Havacılık Müzesi

9 Haziran 2014 Pazartesi

Zumaia

İspanya’nın kuzeyinde yer alan Bask Bölgesi, doğal güzellikleri bakımından gördüğüm en güzel yerlerden biri. Geze geze bitiremedim, baka baka doyamadım burayı… Her türlü doğa güzelliğinin ve yer şeklinin bir örneği var Bask Bölgesi’nde: Adalar, körfezler, koylar, akarsular, göller, kumsallar ve daha neler neler. Bunlardan biri de, bugüne dek adını sanını duymadığım, dünyada çok az örneği bulunan flysch yer şekli.

Flysch’leri görmek ve ünlü Itzurun Plajı’ndan okyanusa girmek için Zumaia’ya gittik. Zumaia, San Sebastián’a çok yakın. San Sebastián’ı ziyarete gittiyseniz, kesinlikle buraya günübirlik de olsa gelmelisiniz. Zumaia Baskça adı. İspanyolcada Zumaya deniyor.

Itzurun Plajı'nda Sahra'ya yardım çağrısı
Zumaia’nın merkezinde görülmeye değer pek bir şey yok açıkçası. Bölgedeki tüm küçük kasabalar gibi şirin ve tarihî bir merkezi var. Çevresindeki yerler genellikle daha yeni ve çağdaş apartmanlarla kaplı. Bu bakımdan şehiriçi gezilmese de olur. Sizin yapmanız gereken, “Playa de Itzurun” yani Itzurun Plajı’nın nerede olduğunu sorup, doğruca oraya gitmeniz!

Şehir biraz yüksekte bulunuyor, kumsal ise alçakça bir koyda. Kumsala inen çok düzgün bir yol var. Zahmetsizce inebilirsiniz fakat öncesinde seyir teraslarında biraz çevreyi izleyip fotoğraf çekinebilirsiniz.

Burası okyanus olduğundan her gün gelgit olayı yaşanıyor. Met zamanında yani denizin kabardığı dönemde kayaların oluşturduğu değişik yer şekiller sular altında kalıyor. Cezir zamanında yani suların çekildiği dönemdeyse hem kumsal genişliyor, hem de bu yer şekilleri ortaya çıkıyor.


Zumaia’nın Itzurun Plajı’nın (Bir diğer adı da San Telmo Plajı) mükemmel bir kumu var. Su tabii biz Akdenizliler için oldukça soğuk ama biraz titremekten kimseye zarar gelmez!  Kumsalın bittiği yerde bizdeki falezlere benzeyen bir yer şekli başlıyor. Bunlar özellikle komşu ilçe Deba’ya doğru gidildikçe artıyor. Grupla trekking yaparak ya da araçla gidebilirsiniz Zumaia’dan buraya. Kayalaşmış kumların meydana getirdiği flysch denen bu şekiller özellikle Sakoneta Burnu (Punta de Sakoneta) yoğunlaşıyor ve burada masalsı görüntüler sunuyor izleyenlere. Bu güzellik ancak ve ancak sular çekildiğinde ortaya çıkıyor. Sular çekildiğinde kayaların arasında su birikintileri kalıyor ve bu birikintilerde yengeçler ve küçük balıklar mahsur kalabiliyor. Aşağı inip kayaların üstünde yürürken canlılara dikkat edin! 

Tabii gitmeden önce gelgit saatleri ve izlenmesi gereken rota hakkında turizm ofisinden bilgi almalısınız. Yoksa kaybolabilir, daha da kötüsü vardığınızda su kayaların üstünü kaplamış olabilir. Trekking yapan ya da parkuru bisikletiyle aşan çok fazla insan var. Samimiyet kurursanız siz de katılabilirsiniz aralarına. 

Plajın yukarısındaki seyir terasları
Itzurun Plajı manzarası. Deniz cezirdeyken
Baskça Itzurun Plajı tabelası
Dünyanın en iyi seyahat arkadaşlarından biri Piraye!
Trekking yapan kalabalık gruplar
Uzaktan flysch oluşumları*
Sular çekilse de aralarda birikintiler kalıyor *
Değişik kaya katmanları*
Sakoneta Burnu'ndaki garip oluşumlar*

8 Haziran 2014 Pazar

Bavul seçimi

Çıkılacak seyahatin türüne bağlı olarak gezginleri en çok düşündüren konulardan biri de seyahat çantası seçimidir. Doğru çanta türünü seçmek seyahatinizi kolaylaştıracak canınızı sıkacak sorunlar çıkma olasılığını da bir o kadar azaltacaktır.

Seyahate çıkarken tercih edebileceğiniz seyahat çantası modelleri aşağı yukarı bellidir. Ya sırt çantası, ya elde/omuzda taşınabilen valizler ya da çekçekli bavulları kullanacaksınız. Bunlar içinde yurtdışında kullanmaya en elverişsiz olanı kuşkusuz, sürekli elinizde taşımak zorunda olduğunuz el valizleridir. Bana göre bir gezgin, seyahatinin içeriğine göre sırt çantası ve tekerlekli bavullar arasında bir seçim yapmalıdır.

Sırt çantaları

Sırt çantaları, özellikle Interrail yapan gençler başta olmak üzere, bir gezi boyunca birden fazla şehir gezecek kişiler için idealdir. Gittiğiniz yerlerde bolca yürüyecekseniz ya da kamp yerleri gibi dış mekânlarda kalacaksanız, sizi sırt çantası paklar.

Sırt çantası seçimi çok önemli bir husus. Sırt çantalarının yük alma kapasitesi litre bazında ölçülür. Bence çok kalacak olsanız bile 50 litrelik sırt çantaları ideal. 50 litrenin üzerine eklenecek her bir miktar size yolda azap olarak döner. Ne kadar küçük ve hafif bir çantayla seyahate çıkarsanız o denli güzel bir yolculuk geçirirsiniz. Çanta gibi insanın da bir kapasitesi var ve kesinlikle bir yerden sonra çekilmez olacaktır. 

Omuz ve bel askıları sünger destekli bir sırt çantası*
 Sırt çantası seçimi çok önemli. Gerek marka, gerekse model bazında. Genelde hep bilindik markaların çantalarını görürüz insanların sırtında. Ama her bilindik marka iyi mal üretiyor diye bir kaide yok. Gerçek anlamda kaliteli ve sağlam sırt çantalarının fiyatları hiç de ucuz değil. Markasına göre birkaç yüz lirayı gözden çıkarmalısınız. Bu markaların ucuz modelleri de oluyor elbette ama ucuz etin yahnisinin yavan olacağını unutmayın. Başıma geldiği için söylüyorum, marka diye bir sürü para verip aldığım şey ilk kullanımda parçalandı. Tek iyi yanı, aldığım mağazaya götürüp verdim ve garantisi olduğu için paramı geri aldım. Bu yüzden, sağlam sırt çantası için illâ markalara odaklanmayın derim. Biraz piyasa araştırması yapın. Av, kamp ve asker malzemesi satan dükkânlarda tanınmış markalar tarafından üretilmemiş olsa da, çok sağlam ürünler bulabilirsiniz. Eminönü, Mercan, Tahtakale, Mahmutpaşa gibi semtlerde de çok dayanıklı markasız ürünler satılabiliyor. Bu konuda bilgili ve deneyimli birinden mutlaka marka ve mağaza tavsiyesi isteyin.

Sırt çantası seçiminde dikkat edilmesi gereken o kadar çok etmen var ki… Her birine tek tek değinsem ayrı bir yazı olur, kısaca değinmek gerekirse çantanın omuz askılarının sünger destekli, rahat ve sağlam olmasına dikkat edin. Yükünüz ağırlaştık omuzlarınıza çok fazla kuvvet biner. Sünger destekli bu askılar yükün dağıtılmasına yardımcı olur. Yükün bindiği bir diğer kısım da beldir. Aldığınız çantanın bel askısının da rahat bir biçimde üstünüze oturup oturmadığına bakın.

İyi bir sırt çantasının en önemli özelliklerinden biri de bolca fermuara sahip olmasıdır. Fermuarların kalın dişli ve sağlam olmasına özellikle dikkat edin. Fermuar sürgüsünün sağlamlığı da çok önemli. Tıkabasa doldurulmuş bir çantayı kapatmaya çalışırken elinizde kalan bir fermuar sürgüsü kadar sizi zor durumda bırakacak bir şey olamaz. Çantanızın mümkün olduğunca çok fermuara sahip olması, çantada aradığınızı bulmanıza çok yardımcı olur.

Sırt çantalarının bolca gözü olanları tercih edilmeli. Uçakta sırt çantanızı bagaja verecekseniz bunlara dikkat etmek gerek ama seyahat ederken en çok işinize yarayan şeyleri bu ceplere doldurarak iki de birde çantayı açıp kapatma derdinden kurtulabilirsiniz.

Açıp kapama demişken, sırt çantalı seyahatler genelde bolca yürümeyi ve dış mekânlarda vakit geçirmeyi gerektirdiğinden, hırsızların gazabına çok daha sık uğrar. Mutlaka yanınıza küçük bir bavul kilidi almalısınız. Klasik anahtarlı kilitler her zaman daha güvenli olsa da, anahtarı koruyup kollamak gezi esnasında son derece güç olacağından, şifreli kilitleri tercih edebilirsiniz. Sırt çantanızla yağmura yakalanma olasılığınıza karşı su geçirmeyen ya da yağmurluklu modelleri tercih edin. Kumaşın su ve leke tutmayan türden olması kullanım konforunuzu artırır.

Sırt çantaları genellikle maceracı gezginler tarafından tercih edilse de, bence şık bir tatil için yurtdışına gidecek kişiler de sırt çantasını düşünmeli. Çekçekli bavulumla Paris metrosunda yaşadığım azapları yazsam roman olur!

Çekçekli bavullar

4 tekerlekli plastik*
Gideceğiniz yerde çok fazla şehirlerarası yolculuk yapmayacaksınız ya da bir otelden diğerine taşınmayacaksınız, tekerlekli bavullar idealdir. Bu bavullar da artık çok çeşitlendi. Envaiçeşit modelden hanginizi seçeceğinizi bilmek bir yerde deneyime dayanıyor. Öncelikle çekçekli bavulların en büyük ayrımı, 2 tekerlekli veya 4 tekerlekli olmaları.

2 tekerlekli bavullar hayatımıza girince çok büyük kolaylık olmuştu ama şimdi 4 tekerlekliler çıktı ve yolcuların işi daha da kolaylaştı. 2 tekerlekli bavulları çekmek de kolunuza büyük bir yük bindirir, her ne kadar kolay taşınsa da. Ama çekme yönü ve hareket özgürlüğü biraz sınırlıdır. 4 tekerlekli bavullarda ise her şey daha kolay. 360 derece dönen tekerlekler sayesinde bir parmağınızla iterek bile ağır bir valizi hareket ettirebilirsiniz. 4 tekerlekli bavullar, 2 tekerlekli bavullara kıyasla biraz daha pahalı ama kesinlikle çok daha kullanışlı.

Tekerlekli bavullarınızı kullandığınız zemine çok dikkat edin. Küçük taşlar, kumlar, ipler, bağcıklar kolayca tekerleğinizin arasına kaçarak tekerlekleri bozabilir ya da hareket etmesini engelleyebilir. Bu nedenle bavulunuzu uygun olmayan ortamlarda taşımamaya özen gösterin.  

Genelde havalimanlarında zemin dümdüz ve konforlu olduğundan tekerlekli bavulları çekmek kolaydır. Ama eğer yalnızsanız, hele ki kadınsanız, tekerlekli de olsa bir bavulu kaldırmak, toplutaşıma araçlarına ya da trenlere binmek son derece güçtür.

Yukarıda dediğim gibi, yürüyen merdivenin y’sinin bile bulunmadığı Paris’in metro istasyonlarında çekçekli bir bavulu kullanmak cehennem azabı gibidir. Ya tüm merdivenlere bavulu kucaklamak zorunda kalırsınız ya da bavulu merdivenlerde sürüklersiniz. (İnerken tamam ama peki ya merdiveni çıkarken?) Bu da tabii bavulunuzun paramparça olmasına neden olabilir!

Sadece merdivenler de değil üstelik, gideceğiniz ülkenin kaldırımlar da önemli. Düz zeminli, kaymak gibi bir kaldırımı varsa gittiğiniz şehrin, ne âlâ. Peki ya köstebek yuvası gibi delik deşik ya da döşeme taşlar yüzünden (Şu bizim birbirine geçmeli klasik kaldırım taşları gibi) pürüzlü bir kaldırım varsa? Bu tür yollar tekerlekli valizinizin ömrünü ciddi anlamda kısaltır. 

Bavul seçerken de dikkat edilmesi gereken pek çok husus var. Öncelikle bilmeniz gereken şu ki: Ucuz bavul sizi en beklenmedik anda yarı yolda bırakır. Ağırlığa dayanamayıp kulpu elinizde kalan, baskıya dayanamayıp fermuarı patlayıveren ya da tekerlekleri bozulan bavullar. Neler neler gördüm… İnsana saç baş yoldurur durup dururken fermuarı bozulan bir bavul. Düşünsenize, bir merdivenden çıkarken sapından tutuyorsunuz ve sapı elinizde kalıyor… Ya da tekerlekler dönmüyor…

Böyle tatsız durumlar yaşamamak için, çekçekli valizinize bir kere para verip iyi bir ürün seçmelisiniz. Böylece uzun yıllar boyunca sorunsuz kullanabilirsiniz. İlk seyahatime, hepimizin evinde bulunan şu meşhur ucuz, gri şeritli, lacivert bavullardan biriyle çıktım ve bana çok zor anlar yaşattı. Sonra tövbe ettim ve iyi bir markadan, pahalı ve şık bir bavul almaya karar verdim. Adınız zikretmeyeceğim bir markada çok güzel bir bavul buldum ve satın aldım onu. Ama markanın ve pahalılığın kaliteyle eşanlamlı olmadığını yine anladım. Sorunlu tekerlekler, kırılan bir sap, delinen bir kumaş… Çok büyük düşkırıklığı yaşamıştım. Bavulumu aldığım mağazaya götürdüm ve bir kullanımda bu hâle geldiğini söyleyerek değiştirilmesini ya da paramın iade edilmesini istedim. Nitekim param geri verildi ve ben başka bir markadan hiç de şık olmayan, çok sade ama kalitesiyle kendini gösteren bir bavul aldım. İyi bir bavula baktığınızda fermuarlarının, saplarının ve kumaşının kalitesiyle kendini mutlaka belli eder. Bavula bir kez para verin ve iyi bir şey alın. Size en önemli tavsiyem budur.

Kabin valiziniz bu ölçeğe sığmalı*
Bavulların boyutu da önemli bir nokta. Olabildiğince çok yük sığdırmak için, bulabildiğimiz en büyük valizi seçmek isteriz. Ama uçaklara 20 ilâ 23 kilodan fazla yükle binerseniz sizden fazladan bagaj ücreti talep ederler. Bu az buz bir para olmuyor. Havayolu şirketine göre, kilo başına bazen 10-15 avro bile istedikleri olabiliyor. Böyle şeyler yaşamamak için öncelikle bavulunuzu normal boyutlarda seçmelisiniz. 50 ve 60 cm yüksekliğindeki bavullar en idealdir. 70 cm’lik bavullar yalnızca bir yere temelli ya da çok uzun süreliğine gidenler için gereklidir. Daha kısa süreliğine, örneğin bir hafta sonluğuna gideceksiniz 55x40x23 cm’lik bir kabin bagajı bile işinizi görür. Yalnız bu rakamlar evrensel değildir. Kabin bagajı için izin verilen ölçüler her havayolu şirketine göre değişebilir. Genellikle check-in veznelerinin önünde izin verilen ölçülere uygun boyutta bir sepet bulunur. El bavulunuz bu sepetin içine sığmazsa ölçüleri aştığı gerekçesiyle kabul edilmez ve bagaja vermeniz gerekir.

Bavulların neden yapıldığı da önemli. Deri bavullar artık yalnızca çok zenginlerin tercih ettiği gösterişli şeyler. Bavullar uçağa taşınırken ve uçaktan indirilirken çok hırpalanır ve zarar görür, bu nedenle deri bavul kullanmak hiç mantıklı bir fikir değil. Zaten binlerce lira verip aldığınız o bavullarla seyahate çıkmak ne kadar mantıklı bilmiyorum. Hırsızlara davetiye!

Son zamanlarda en çok tercih edilen bir modellerden biri de sert plastikten üretilen bavullar. Kolay kırılmayan hafif bir malzemeden üretildikleri için seyahatseverler çok seviyor bu bavulları. Ama körüklü olmadıkları ve esneme payları bulunmadığı için alacakları yük sınırlı oluyor, bunu göz önünde bulundurmalısınız.

Bavulunuzun sapları da sağlam olmalı. Tutup kaldırdığınızda bavul sapları zamanla gevşer ve bir gün yerinden çıkabilir. Bu nedenle sağlam bir bavul seçmenin yanısıra bavulunuzu kapasitesinden fazla doldurmamaya özen gösterin. Eğer bavulunuzun çekme yeri içe geçen, katlanan bir türse, sakın bavulunuzu bu saptan tutarak kaldırmayın. Buralar genellikle valizlerin en dayanıksız bölümleridir. Bir gün bir de bakmışsınız elinizde kalmış.
 
Tekerlekli sırt çantası*
Günümüzde artık sırt çantasının pratikliğiyle çekçekli bavulun kolaylığını birleştiren tasarımla var. Tekerlekli sırt çantaları. Uygun ortamda yere koyup sapından çekerek sürükleyebildiğiniz bu çantaları, zorlandığınız zaman sırtınıza yüklenebiliyorsunuz.  

Bavulunuza çok para verdiyseniz çizilmesini, lekelenmesini istememeniz çok normal. Fakat uçaklara taşınırken ve uçaklardan indirilirken bavullarımıza ne yazık ki çok hor davranılıyor. Bavulumuzu yürüyen banda koyduğumuz anda itibaren başına bir şey gelmesini istemiyorsak, küçük önlemler almamızda yarar var. Mutfaklarımızda kullandığımız streç filmlerle bavulumuzu sımsıkı sarmalamak bunlardan biri. Bu hizmeti çok daha uçuk fiyatlara da dilerseniz havalimanında da satın alabiliyorsunuz. Görüntünün çok hoş olduğu söylenemez ama bavulunuzun sağlığı için çok gerekli. Bunu estetik bulmuyorsanız, hazır satılan bavul kılıflarından da satın alabilirsiniz.  


Bu arada, yeri gelmişken bavul hazırlama süreciyle ilgili kılavuz niteliğindeki yazımı okumak için buraya tıklayın!

7 Haziran 2014 Cumartesi

Bermeo

Bermeo Limanı
İspanya’da Bask Bölgesi’nde geçirdiğim yaklaşık 1 aylık zamanda görülmesi gereken neredeyse her yeri gördüm. Şirin balıkçı kasabası Bermeo, işte bu yerlerden biriydi. Biskay Körfezi kıyılarında -aslında burası Atlas Okyanusu’nun bir girintisi tabii- rengârenk evleri olan çok güzel bir yerdi.

Gittiğimiz gün kalabalık bir grup olduğumuz için araç tutup gezmiş ve çevredeki diğer küçük köy ve kasabalara da uğramıştık. Bermeo’ya diğer türlü ulaşım nasıl oluyor çok iyi bilmesem de, kasabanın bir tren istasyonu olduğunu ve Bilbao’dan her gün düzenli otobüs seferleri yapıldığını biliyorum.

Bermeo, tarihî bir balıkçı kasabası. Büyük sayılabilecek bir limanı var. Teknelerle, yatlarla tıklım tıklım dolu vaziyette. Liman çevresindeki yapılar genelde çok katlı, bitişik nizamda ve renk renk boyanmış. Çok güzel bir dokusu var Bermeo’nun.

Liman çevresindeki yapıların çoğu eski ama gezilip görülmeye değer tarihî bir yapı pek yok Bermeo’da, kasabanın şirin kiliselerini görebilirsiniz tabii. Ama insan İtalya ve İspanya’da bu kadar fazla vakit geçirince her kiliseyi kolay kolay beğenmiyor hâliyle! Şehirdeki en önemli ziyaret merkezi hiç kuşkusuz Balıkçı Müzesi (Museo del Pescador). Giriş ücreti de çok uygundu. İçeride balıkçı giysiler, balıkçı malzemeleri, balıkçı kayıkları, balık iskeletleri, kısacası balıkçılık ve balıkçılarla ilgili aklınıza gelebilecek her şey vardı. Müzeye ev sahipliği yapan bina da tarihî bir kuleydi ayrıca.
 
Bermeo'nun dar sokakları
Benim Bermeo’da en sevdiğim şey, yayalaştırılmış daracık ve loş sokaklardı. Yokuşlu bayırlı bir şehir olduğundan bol bol merdiveni de vardı. Liman çevresine özellikle bayıldım. Bu nedenledir ki, arkadaşlarım sahildeki kafelerde pintxos (tapas) yiyip bir şeyler içerken; ben tek başıma buraları keşfe çıkmıştım.

Eğer Bask Bölgesi’ne geldiyseniz ve İkinci Dünya Savaşı’nda yerle bir edilen Guernica şehrini göreceksiniz, Bermeo’ya da uğrayabilirsiniz çünkü çok yakın. Diyelim Bermeo’ya da geldiniz, o zaman San Juan de Gaztelugatxe’ye de gidin çünkü enfes bir manzarası çok güzel bir manastırı var.


Tabii, İspanya’da ve dünyada görülecek bunca şehir varken, Bermeo’yu mutlaka görün diyemem. Küçük, kendi hâlinde bir kasaba. Ben hem vakit sıkıntım olmadığı için, hem de kimsenin bilmediği yerleri keşfetmeyi sevdiğim için buraya uğradım. Eğer siz de gittiyseniz veya gitmeyi düşünüyorsunuz lütfen yorumlarda kendi fikrinizi belirtin. Biz Bermeo’da yalnızca birkaç saat geçirdiğimiz için belki de benim kaçırdığım şeyler olmuştur!

Bermeo'nun daracık sokakları

Merdivenli sokaklar

Limanın bir tepeden görünümü

Bermeo Belediye Binası

Bermeo Kilisesi'nin içi

1 Haziran 2014 Pazar

Yurtdışında tuvalet sorunu

Bu blog’ta tuvalet gibi iğrenç bir konuda yazı yazıp yayınlayacağım hiç aklıma gelmezdi. Ama bir arkadaşımdan gelen tavsiye üzerine düşündüm ve özellikle ilk kez yurtdışına çıkacak kişiler için yararlı bir yazı olabileceğine karar verdim. Genelde yurtdışına çıkan herkesin başından travmatik bir tuvalet anısı geçmiştir. Ben de kişisel deneyim ve gözlemlerimden yola çıkarak yazacağım bu garip yazıyı.

Canım taharet musluğu!

Milano'nun en ünlü pizzacılarından birinde
alaturka tuvalet ve taharet musluğu görünce
  gözlerim yaşarmıştı.Acaba sahibi Türk falan mıydı?
Dünya tuvaletleriyle Türkiye’deki tuvaletler arasındaki en büyük fark, hiç kuşkusuz taharet musluğu. Çoğu zaman tuvalete girip işinizi gördükten sonra elinizi önce sağa atarsınız, sonra sola atarsınız. Bir de bakarsınız ki musluk falan yok! İşte dehşete düşülen bir nokta…

Avrupa’daki tuvaletler genelde bizim alafranga dediğimiz oturaklı tuvaletlerden oluyor. Yunanistan, İtalya gibi bazı ülkelerde alaturka, yani çömelmeli tuvaletlere sıkça rastlayabilirsiniz. Ben Fransa’da bile gördüm. Ama tabii hiçbir koşulda taharet musluğu yok. Bu tür tuvaletleri alaturka tuvaletleri yol kenarlarında veya sürekli bir temizlikçisi olmayan yerlerde sıkça görebilirsiniz.

Tek başına tuvalet kâğıdı yeter mi?

Yurtdışındaki tuvaletlerde taharet musluğu bulunmadığından, genellikle mutlaka tuvalet kâğıdı bulunuyor. En rezil, en pis, en kötü tuvaletlerde bile tuvalet kâğıdı var neyse ki. Ancak bitmişse yoktur, o başınız dertte demektir!

Susuz temizliğe inanmıyorsanız yanınızda ıslak mendiller alarak tuvaletlere girebilirsiniz. Yanınıza bir şişe su alarak peçetenizi ıslatmak da bir seçenek. Ya da benim çoğu zaman yaptığım gibi lavaboların yanındaki kalın el kurulama peçetelerinden 4-5 yaprak alın, lavaboda hafifçe ıslatın. Tuvalet kabinine onlarla girin. İşiniz bitince onlarla temizlenin. Çok ıslatırsanız yaprakların birbirine yapışma ihtimali var. Artık siz o sorunu yaratıcılığınızla çözün. Daha fazla iğrençleşmeden bu konuyu kapatmak istiyorum izninizle!

Peki bu insanlar bu işi nasıl hallediyor? Yurtdışında yaşadığım toplam 1,5 yıllık zaman diliminde bunu az çok öğrendim. Samimiyeti ilerlettiğim insanlarla bu konuda çok konuşur, güler eğlenirdik. Bana söyledikleri şuydu: tuvalete çıkma düzenlerini sabah evden çıkmadan ya da akşam eve geldiklerinde yapacak biçimde ayarlıyorlar. Hacet giderdikten sonra tuvalet kâğıdıyla olabildiğince temizliyorlar. Sonra da doğruca duşa giriyorlar. Yani sabah veya akşam, ne zaman hacet giderdiklerine bağlı olarak duşlarını alıyorlar. Günlük yaşantınızı “ihtiyaç giderme” olayına bu denli bağlamak ve koşullandırmak ne derece mantıklı ve pratik bilmem ama onların yaptığı bu.

Bide kullanma kılavuzunuz

Tipik bir bide
 Bir de bide (fr: bidet) olayı var. Mutlaka görmüşsünüzdür. Sadece yurtdışında değil Türkiye’de bile kimi otellerde bulunduğuna tanık oldum. Bide nasıl kullanılır onu da yazayım, bu yazı tam olsun! Bide dediğimiz gereç, klozetten biraz daha alçakça, ufak yer lavabosu gibi bir şey. Taharet musluğunu akıl edemeyen Avrupalılar bunu hayatı güçleştirmek için çıkarmış olmalı. Klozet üzerinde işiniz bitince, kendinizi peçeteyle olabildiğince temizliyorsunuz. Sonra bidenin suyunu açarak, alaturka tuvalet gibi üzerine çömeliyorsunuz. Havuz fıskiyesine benzer basınçsız bir su geliyor ve elinizle bir güzel temizleniyorsunuz. Bidenin tek güzel yanı sıcak suyu olması. Ama dikkat edin, suyu ayarlayamazsanız fazla sıcak gelebilir, olmadık yerlerinizi yakabilirsiniz! Bazı bidelerde sifon sistemi oluyor, bazılarında olmuyor. Kalıntı bırakmamaya dikkat edin. Kullandıktan sonra iyice temizleyin çünkü bu Avrupalılar bazen ayaklarını da bidede yıkıyorlar! Haa, bir de bidenin üzerine oturmayın, çünkü klozetlerdeki gibi oturak yok; bu açıdan pek hijyenik değil. Daha az yaygın olmakla birlikte, karşılaşabileceğiniz bir diğer temizleme gereci de, klozetin yanına yerleştirilmiş duş musluğuna benzer şeyler. Bir nevi haricî taharet musluğu. (Yazıdaki ilk resme bakın, Milano'daki bir tuvalette bunun örneğini göreceksiniz)   

Dışarıda sıkışmak

Paris'in ücretsiz sokak tuvaletleri
Peki oteliniz dışındayken sıkıştıysanız ne yapacaksınız? Bazı şehirlerde, mesela Paris’te kaldırımlar üzerinde tek kişilik otomatik kabinler oluyor. İçeri girdiğinizde kapı kendiliğinden kilitleniyor. Siz işinizi gördükten sonra lavaboya yöneliyorsunuz. Sifon yok, çekemiyorsunuz. Lavabodaki sabunluktan elinize tek sıkımlık sabun akıyor, çok az miktarda suyla elinizi yıkıyorsunuz. Siz düğmeye basınca kapı açılıyor, çıkıyorsunuz ve kabin birkaç dakikalığına kapanıyor. İçeri kimse giremiyor. Bu süre içinde kabin kendini temizliyor. Sifon da yine bu esnada çekiliyor. Paris’tekiler ücretsiz ama gittiğiniz şehirde belki paralı olabilir.
Bir de siz siz olun fazla oyalanmayın bu tür otomatik kabinlerde. Çünkü içeride kalma süreniz azamî 15 dakika olarak öngörülmüş. 15 dakika sonunda kapılar kendiliğinden açılıyor. Öylece kalıverir; neye uğradığınızı şaşırırsınız alimallah!

Turistler ve hatta şehrin yerlileri için bir diğer bedava tuvalet yeri ise Mc Donald’s ya da Starbucks gibi zincir restoranlardır. Müşteriymiş gibi yaparak tuvaletleri kullanabilirsiniz. Ama bu durum çok fazla istismar edildiği için son yıllarda çoğu yerde, özellikle insan trafiğinin yoğun olduğu yerlerde restoranlar tuvalet girişlerine elektronik şifreleme sistemi yerleştiriliyor. Bu son zamanlarda bizde de başladı. Dışarıdan gelenler yolgeçen hanı gibi tuvaletleri kullandığı için işletmeler bir nevi önlem alıyor. Peki gerekli şifreyi kimden alıyorsunuz? Şifre genellikle aldığınız ürünün yanında verilen faturanın üstünde oluyor. Bu şifreyi kapıdaki ekrana yazdığınızda kapı açılıyor ve girebiliyorsunuz. Diyelim ki bir şey almak istemiyorsunuz ama çok müşkül durumda kaldınız ve tuvaleti kullanmanız lazım. Bu durumda içeri girin, etraftaki masalara şöyle bir bakın. Daha önceki müşteriler masalar üstünde fiş bırakmış olabilir. Çok çok zor durumda kalırsanız, sempatik görünen bir müşteriden fişin üstündeki tuvalet kodunu söylemesini rica edebilirsiniz. Genelde insanlar dalgınlıkla fişi attıkları için, hep böyle birbirlerine sorarlar kodu. Terslenmeniz ya da geri çevrilmeniz çok düşük bir olasılık.

Şifreli tuvaleti olan yerlerde kodlar fişlerin üstünde yer alıyor
 Türkiye’de olduğu gibi, yönetmelikler uyarınca yiyecek-içecek servisi yapan her yerde tuvalet bulunması zorunludur ve ücretsizdir. Gittiğiniz tüm mekânlarda tuvalet kullanma fırsatından yararlanın. Çok zor durumdaysanız, müşterisi olmasanız bile sıcak bir selamın ardından herhangi bir restorana girip tuvaletlerini kullanıp kullanamayacağınızı sorabilirsiniz. Böyle bir durumda geri çevrilmezsiniz diye umut ediyorum. Hep en kötü olasılık üstünden gidiyoruz ama çok çok zor durumda kalırsanız bir kamu binasına da girebilirsiniz. Kütüphaneler, belediye binası gibi yerlerde tuvaletlerden yararlanabilirsiniz.

Gezerken tuvalet ihtiyacınızı giderebileceğiniz en iyi yerler bence müzelerdir. Müze tuvaletleri genelde şehirde bulabileceğiniz en temiz, en bakımlı tuvaletlerdir otelinizdekilerden sonra. Zaten o kadar para veriyorsunuz müzelere girmek için, tuvaletlerini kullanmazlık etmeyin sakın!

Lavabolar çok mu düzgün?

Musluğun arkasındaki tıkaca dikkat!
Avrupa'da lavabolar da bizimkilerden biraz değişik olabiliyor. Öncelikle lavabo giderleri çeşit çeşit. Bizdeki gibi klasik delikli giderler var. Bir de kendiliğinden tıkaçlı türler var. Ben daha önce hiç görmemiştim böylesini. İlk Fransa'da Erasmus'tayken gördüm. Kendi banyomun lavabosunda bir gün nasıl olduysa elim yanlışlıkla o tıkaç mekanizmasına değmiş ve tıkaç kapanmış. Lavabodan atık su gitmiyor. Ne yapacağımı şaşırdım. Ancak şans eseri, tıkacı oynatmayı akıl ettim de su birden boşaldı gitti. Avrupalılar bilhassa tıraş olurken falan bu tıkacı kapatıp, suyu lavaboya dolduruyorlar. Ne kadar hijyenik olduğunu tartışmayacağım bile! Sadece tıkacın nasıl bir şey olduğu hakkında bir fikir vermek için odamdaki lavabonun fotoğrafını paylaşıyorum.

Şimdi gelelim travmatik durumlardan birine. İyi güzel tuvalete girdiniz, bir şekilde işinizi gördünüz. Çıktınız ve elinizi yıkayacaksınız. Lavabo yerinde, musluk yerinde, e hani açma yeri? Sensörlü mü sandınız? Elinizi oynatıyorsunuz, hareket ettiriyorsunuz ama hâlâ su falan yok? Başınızı eğin ve ayaklarınızın dibine bakın. Yerde pompa olmalı. Ayağınızla pedala basarak bu emme basma tulumba düzeneğini çalıştıracaksınız ve musluğunuzdan şıpır şıpır su akmaya başlayacak! Ayağınızla su basmayı bıraktığınız zaman su kesilecek. Bu devirde neden hâlâ bu tür ilkel düzenekleri kullanmayı sürdürürler bilmiyorum ama yurtdışında sıkça karşılaşabileceğiniz bir durum bu. Bazen tuvalet sifonları bile bu mekanizmayla çalışabiliyor. Ama biraz derin düşününce elimizi mikrop yuvası musluklara sürmememiz için ideal bir şey olduğunu görebiliyor insan.

İlkel ihtiyaç giderme yöntemleri


Bunlar tabii işin olması gereken ve genel kabul gören kısmıydı. Uygar Avrupalı arkadaşlarımız, her zaman ihtiyaçlarını dört duvar arasında gidermiyor maalesef. Hava bir karardı mı, bütün köşeler, bütün karanlık duvar dipleri birer tuvalet olur çıkar Avrupa'da. Koskoca Paris’in Les Invalides semtindeki o geniş çayırı bilenleriniz bilir. Evinde kaldığımız İspanyol kökenli arkadaşım María, bir arkadaşının doğumgününe davetliymiş. Giderken beni de götürdü. Doğumgünü dediğim, o koca çayıra oturup içki içip çerez ve kek yemekten ibaret. Tabii saatler ilerleyip, tüketilen içkinin de miktarı artınca hepimizin mesaneleri doldu. Dayanamayan ilk ben oldum ve arkadaşım María’ya en yakın tuvaleti sordum. Bilmediğinden, topluluktaki diğer çocuklara sordu. “Burada, bu saatte her yer tuvalet” deyince önce şaka yaptığını sanmıştım ama çok ciddiydi… Kızlı-erkekli dört kişilik bir grup olarak ayrıldık ve gecenin karanlığında “tuvalet” aramaya başladık. İtiraf ediyorum, biz iki erkek, en kabul edilebilir noktayı bularak ihtiyacımızı giderdik. Kızlardan biri iki araba arasını tuvalet olarak seçti. Bir diğeri de epeyce aradıktan sonra süslü püslü bir kapının yanındaki küçük oyuntuya gizlenerek ihtiyacını giderdi. Hepimiz işimizi bitirmiş etrafa bakınıp onu ararken, kız birden o süslü kapının önünden çıkıverdi. Tabii biz kahkahalarla gülmeye başladık. O ne olduğunu anlamaya çalışırken birimiz ona kapının üstündeki kameraları gösterdi. Meğer burası Polonya’nın Paris Büyükelçiliğiymiş. Bula bula oranın kapısını bulmuş! Tabii bütün kameralar tepesinde! O gün o uygar Avrupa kentinde yaptığımız şeyi çok yadırgadıysam da, daha sonra Fransa’da geçirdiğim 1 yıl, İspanya’da geçirdiğim 1,5 ay bana gösterdi ki, gerçekten de Avrupa’da hava kararınca her yer tuvalet. O günden beri kolay kolay yere oturmam Avrupa’da… 

Tuvaletler konusunda tüm bu yazdıklarım sizi kesmediyse; ya da tam tersine tuvalet hakkında bunca yazı mı yazılırmış yahu dediyseniz, size Şefik Okday'ın "İçine Ettiğimizin Dünyası" kitabını öneririm. Dünya helâ tarihi ve farklı milletlerin tuvalet kültürüyle ilgili istemediğiniz kadar bilgi bulursunuz! Eh, tabii tuvalet konusunda bunca yazı yazıp da şu videoyu paylaşmamak olmazdı! İyi okumalar ve iyi izlemeler :)


Bellagio

Bellagio, İtalya’nın kuzeyinde, Lombardiya bölgesinde yer alan küçük bir kasaba. Ters bir Y harfini andıran Como Gölü’nin tam orta noktasında, bir burunda yer alıyor. Ulaşması biraz dert ama eğer siz de benim gibi gölleri, göl kıyısındaki yerleşim yerlerini ve yeşil doğayı seven biriyseniz mutlaka Bellagio’yu görmelisiniz.

Milano’ya gelen hemen herkes, denizsiz Milano’nun sayfiye yeri niteliğindeki Como Gölü’nü mutlaka görür. Como Gölü’nün İncisi diyorlar Bellagio’ya. Como Gölü’nün kıyısındaki en büyük kentler Como ve Lecco. İkisi de birer il merkezi ve siz Bellagio’ya her ikisi üzerinden de ulaşabilirsiniz. Lecco’dan günde yalnızca birkaç tekne kalkıyor ama otobüs kullanma şansınız da var. Como’ya göre karayolu daha kısa olduğu için Lecco’dan Bellagio’ya otobüsü öncelikle tercih edebilirsiniz.  Como’dan ise tekneler daha sık kalkmakla birlikte fiyatlar biraz uçuk. 10,50 avro gibi bir fiyatı vardı yanılmıyorsam. Dilenci vapuru gibi kıyıdaki bütün köylere uğradığı için Como’dan Bellagio’ya varması 2 saat sürüyor yaklaşık olarak. Tekneyle yolculuk etmek çok güzel manzaralar sunuyor olmalı ama biz Como’ya kadar özel araçla geldiğimiz için, Bellagio’ya da özel araçla devam etmeye karar verdik.
 
Bellagio, ters Y şeklindeki Como Gölü'nün ortasında yer alıyor*
Bellagio epeyce küçük bir yer olduğundan ve fazlasıyla sapa bir noktada bulunduğundan, demiryolu ulaşımı yok. Ya karayoluyla tehlikeli ve pek keskin dönüşleri olan dar dağ yollarını kullanacaksınız; ya da tekneleri. Araçla giderken, biraz da bölgenin yabancısı olduğumuz için ziyadesiyle tedirgin olduk. Yollarda çok keskin dönüşler var. Yer yer uçurumların yanıbaşından geçiyorsunuz. Yollar dar mı dar. İki araç yan yana geçerken biri yol vermek zorunda kalıyor bazen. Tabii bu durumda hız da yapılamıyor. 30 kilometrelik yolu yaklaşık 1 saatte alarak Bellagio’ya varıyoruz.

Aracımızı iskelenin hemen arkasındaki açık otoparka bırakıp yürümeye başlıyoruz. Burası da fazlasıyla gösterişli bir yer. Binalar çok şık ve bakımlı. Binaların altında kafeler, restoranlar var. Sahil kısmında açıkhavaya da masa ve sandalyeler koyulmuş ama günün bu saatinde hepsi boş. Herhalde tekne iskeleye uğrayıp –çoğunluğu turist olan- yolcularını bırakınca biraz şenlenir etraf.

Bellagio'nun şirin sokakları
Sahil boyunca yürüdüğümüz cadde bitince, bir binanın altına açılmış geçitten geçerek Giuseppe Mazzini Meydanı’na varıyoruz. Buradaki restoran ve dükkânlar çok güzel. Durmayıp devam ediyoruz. Bellagio’ya manzara izlemek için geldik. Yemek için Como’ya geri döneceğiz çünkü. Derken yol hafiften kıvrılmaya de dikleşmeye başlıyor.

Villaların arasındaki daracık yollardan geçerek, varmak istediğimiz yere, burnun en uç noktasına varıyoruz. Burada ufak bir çekek yeri ve balıkçı sığınağı var. Taştan yapılma şık bir mendirek bulunuyor. Ucunda seyir yeri var. Bellagio’da en sevdiğim yer burası oldu. Fotoğraf çektikten sonra biraz dinleniyor ve gerisin geri yürümeye başlıyoruz.

Burunun en uç noktasındaki seyir terası

Balıkçı barınağı ve taş mendirek
Bellagio çok dağınık. Yerleşim bir yerde yoğunlaşmış değil. Burnun sağ kıyılarında da mahalleler var. Aldığımız broşürde tüm mahalleleri dolaşan 2 saatlik bir yürüyüş rotası önerilmiş ama biz bunu yapmayacağız. Arabamıza atlayıp buraları araçla geçeceğiz –görülmeye değer bir şey varsa durmak koşuluyla!

Geri dönüşte aynı sokaklardan geçmeyip, ara sokaklara saptık. Merdivenli, çok şirin, dar sokaklar vardı. Bellagio’nun da çok zengin bir yer olduğunu söylemiştim. Bu küçük kasabada bile ünlü ve lüks İtalyan markalarının mağazaları var. Yöresel ürünler satan dükkânların vitrinlerinde kurabiyeler ve İtalya’nın meşhur limon likörleri limoncellolar sıra sıra dizilmiş. Yemeği Como’da yiyecektik ama evyapımı kurabiyelere karşı koyamayıp birer tane aldık. Değişik değişik evler, villalar, kilise ve sokaklar görerek aracımızı bıraktığımız yere geldik.
 
Bellagio'nun apartmanları
Kasabanın çok hoş bir dokusu olmakla birlikte, çok çarpıcı “aman Allahım!” dedirtecek güzellikte bir eseri yoktu –burundaki manzara dışında. Arabamızla kasabanın diğer uzak mahallelerinden de geçtik. Görülmeye değer bir şey varsa duracaktık fakat bizi durduracak bir şeye rastlamadık. Yol üstünde ufak bir kilise ve zeytin ağaçları gördük. Ben yanlış mı gördüm acaba diye tereddüt ettimse de bulunduğumuz mahallenin adının Oliverio (Zeytinlik) olduğunu görünce emin oldum. Sonra eve varınca bu iklimde zeytin nasıl yetişir diye İnternete bakınca gördüm ki, burası Avrupa’da zeytin yetiştirilen en kuzey noktaymış. Şaştım kaldım!    


Bellagio’da bir de Denizcilik Âletleri Müzesi (Museo degli Strumenti per la Navigazione) varmış elimizdeki broşürün söylediğine göre fakat biz girmedik. Bellagio’da geçirdiğimiz vakit hepi topu 2 saatti. Bizim bolca vaktimiz olduğu için gezimize dâhil ettik. Fakat turistik olarak mutlaka görülmesi gereken bir yer değil. Size sunacağı, daha ziyade doğal güzellik. Ama eğer aradığınız buysa, mutlaka uğrayın! 

San Giacomo Kilisesi

"Dar" sıfatını sonuna kadar hak eden sokaklar