Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu

10 Ekim 2017 Salı

Lizbon

Büyük şehirler ile ilgili gezi yazısı yazmaktan oldum olası çekinmişimdir. Nice dünya şehri gezip görmüş olsam da bakınız, gezi yazılarım arasında bunları göremezsiniz. Çünkü bana biraz yararsız geliyor. Koskoca bir çiçekçi dükkânında tek bir dal gülünüzü sergilemek gibi. Bunca blog ve site arasında sivrilmek, öne çıkmak çok güç. Hele ki benim gibi küçük çaplı gezi yazarları için.

Avrupa'nın en çok ziyaret edilen şehirlerinden Lizbon için de, aslında bir yazı yayınlamayı düşünmüyordum. Ama düşündüm ki, Lizbon'da var olan ve benim gezdiğim müzeleri, anıtları, turistik yerleri bir bir sıralamaktansa, içlerinde en iyilerinin bir listesini yapayım.


Lizbon klişeleri


İşlk bölümde sıralayacağım şeylerin büyük bir kısmı turistik klişeler olacak mecbur. Ama bunları yapmadan döneni dövüyorlarmış ve de Lizbon'a gitmiş saymıyorlarmış, bilginize!

Lizbon sokakları


Lizbon, çoğu Avrupa şehrinden farklı olarak müzeleriyle, anıtsal binalarıyla değil; sokaklarıyla ve sıradan evleriyle güzel olan bir şehir. Lizbon'u gezmenin ve beğenmenin yolu, sokaklarda başı boş gezmekten geçiyor. Çantanızı otelinize bırakın ve başlayın tüm sokaklara girip çıkmaya. Özellikle de Alfama ve Chiado semtlerine odaklanın!

Bir şehir düşünün. Yokuşlarla, bayırlarla dolu. Deniz kıyısından içeri gittikçe sokaklar yükseliyor. Bacaklar için zaman zaman acı verici ama her biri sürpriz manzaralara, Instagram'da sizi fenomen edecek fotoğraf karelerine gebe. Tüm sokaklar 1800'lerin sonundan kalma binalarla dolu. Önlerinden nostaljik tramvaylar geçiyor. Caddelerde değilse de, ara sokaklarda pencerelere çamaşır asan evkadınları, kapı önüne tabure atıp çekirdek çitleyerek dedikodu yapan kocakarılar, sokaklarda top ve seksek oynayan çocuklar bize çok tanıdık...

İddia ediyorum. Konaklama ve yeme içme dışında hiçbir şeye para vermeden (ki bunlar da Avrupa'nın her yerinden daha ucuz) Lizbon'u muhteşem bir biçimde keşfedebilirsiniz. Çünkü Lizbon'u Lizbon yapan şey güzelim sokakları. Ve sokaklarda gezmek bedava...

Alfama semti


Alfama sokakları
Alfama, Lizbon'un en köklü ve en eski semtlerinden biri. Geleneksel Portekiz kültürünü en iyi burada gözlemleyebilirsiniz. Endülüs Emevileri'nin İber Yarımadası'na (dolayısıyla Portekiz'e) egemen olduğu dönemlerde Alfama'da Müslümanlar yaşarmış. São Jorge Kalesi (Castelo de São Jorge) ve çevresindeki sokaklar belleğinizde Lizbon ile özdeşleşecek.

São Jorge Kalesi'nin bir bölümü Müslümanlar tarafından, bir bölümü Müslümanların kovulmasının ardından Portekizliler tarafından yapılmış. Tarihî önemi kadar, sunduğu müthiş manzaralar için de mutlaka ziyareti hak eden bir yer. Yalnız, kalenin burçları üzerinde yürürken dikkat edin rüzgâr sizi uçurmasın!

Kaleden kıyı kesimini indikçe, sokaklar daha dar, daha kıvrımlı hâle geliyor. Ama hâlâ hepsi hayat dolu! Bir köşede Lizbon Katedrali (Sé de Lisboa) var; binaların ve dar sokakların arasında adeta saklanmış olarak! Bir başka köşedeyse Roma dönemi kalıntılarını ve müzesini bulacaksınız. Alfama, Lizbon ziyaretinizin odak noktası olmalı.

Portekizin arabeski Fado


Alfama, Lizbon'un kalbi, çekirdeği dedik. Bu semtte doğan bir şey var ki, bugün Portekiz dendiğinde akla gelen ilk şeylerden biri: FADO! 1800'lü yıllarda doğan bu müzik türü, Portekizli kadınların sefere gidip de dönmeyen erkeklerine yaktıkları ağıtlarla doğmuş. Bu arabesk ezgilerin, eskiden Arapların yaşadığı Alfama semtinde doğmasına şaşmamalı değil mi? Kültür ortaklığının ya da miras alınan kültürün dini, dili olmadığına ve aradan yüzyıllar geçse de canlı kalabileceğine büyük bir kanıt bu.

Fado, Unesco tarafından somut olmayan kültür mirası olarak tanınmış ve koruma altına alınmış. Biz de olsa, Mevlevilerin Sema gösterileri gibi ayağa düşer, düğünde sünnette, ucuz turistik restoranlarda, alışveriş merkezlerinde falan sergilenirdi ama Portekizliler aşırı değer veriyor ve saygı gösteriyor Fado'ya. İyi bir Fado performansı için en azından 70-80 avroyu gözden çıkarmanız gerekiyor.


Pasteis de Belém / Pastel de Nata


Pasteis de Belém ve kahve
Lizbon'da yemeden dönemeyeceğiniz bir şey varsa, o da bir tür muhallebili turta olan Pastel de Nata'dır (çoğulu pasteis). Fırından çıktıktan sonra biraz dinlendirilip ılık olarak tüketilen ve üzerine isteğe bağlı biraz (ya da bolca!) pudra şekeri dökülen bu turtaları ne yalan söyleyeyim ben de pek bi sevdim. Tanesi 80 sentle 1 avro arasında değişiyor. Özellikle sabahları kahvaltıda Lizbonluların kahvenin yanında löp löp götürdüğü Pastel de Nata'ları yapan çok ünlü iki farklı dükkân var. Birincisi merkezde yer alan Manteigaria; ikincisi bu lezzete adını verdiğini iddia eden Belém semtindeki Pasteis de Belém. İkisini de tadın, tarafınızı seçin!

Belém Kulesi

Kulenin karadan görünüşü

Pasteis de Belém demişken, o zaman hemen Belém semtine zıplayalım. Lizbon'un uzak semtlerinden biri olan Belém'e gitmek için tren ve otobüslere gereksiniminiz olacak. Kıyıdaki Cais do Sodre garından kalkan trenlerin ikinci durağı olan Belém'de iniyorsunuz ama daha epey yürüme yolu var.

Lizbon'un hatta bütün Portekiz'in simgelerinden biri olan Belém Kulesi bu semtte yer alıyor. Burası Lizbon'u denizden gelecek saldırılara karşı koruması amacıyla yaptırılan bu askerî savunma kulesi. Denizin ortasında ama kıyıya da çok yakın. Bir köprüyle karaya bağlı. Dışarıdan çok tatlı, çok şirin ama içinde hiçbir şey yok. GERÇEKTEN! Lisboa Card'ınız yoksa bilet fiyatından bahsetmiyorum bile. Bir de kapısındaki akıl almaz kuyruk cabası. Ha, ama benim gibi vaktiniz bolsa, kartınız da varsa girin görün tabii. Dışından çekilen fotoğraflar, inanın içinden çekilenlerden çok daha güzel!

Bonus: Yine Lizbon'un bilinen simgelerinden, biraz modern bir anlayışla yapılmış olan Keşifler Anıtı (Padrão Dos Descobrimentos) de buraya çok yakın. Bu anıt, eskiden liman olan bölgede bulunuyor. Kristof Kolomb, Amerika'nın keşif seferine buradaki limandan başlamış. Belém semtinde gibi görünse de bu saydığım yerlere epeyce bir yürüme mesafesinde bulunan Ajuda Sarayı da (Palacio Nacional de Ajuda) ziyaret edilebilir. Krallık rejiminin sona erdiği 1910 yılına değin, Portekiz Kralları burada yaşarmış. Lisboa Card ile giriş ücretsiz.


Jerónimos Manastırı


Belém'e gelmişken, görülmesi gereken başlıca yerlerden bir diğeri de Jerónimos Manastırı. Kilise bölümüne giriş ücretsiz ama manastır ve müzeler için bilet gerekli. Bileti bağımsız alırsanız epey tuzlu. Lisboa Card ile gitmekte yarar var. Kartınız yoksa manastırın içine mutlaka girilmeli mi? Yorum yok.

Manastır binasının bir bölümü Deniz Müzesi olarak kullanılıyor. Bakın işte buraya girilir. Denizcilikle var olan; gelmiş geçmiş en büyük kâşiflerden Kristof Kolomb'un Amerika seferine başladığı bir ülkenin deniz müzesi gezilir arkadaş!


Praça do Comércio



Lizbon'un en büyük ve en önemli meydanı olan Praça do Comércio halk arasında ve bazı turistik haritalarda Terreiro do Paço olarak da geçiyor. Praço do Comércio'yu Ticaret Meydanı olarak; Terreiro do Paço'yu ise Saray Arazisi olarak Türkçeleştirebiliriz. 1755 yılında Lizbon'da taş üstünde taş bırakmayan şiddetli depremden önce burada Portekiz'in kraliyet sarayı varmış. Bu sarayın depremde büyük zarar gördüğü yetmezmiş gibi; depremden sonra oluşan dev dalgalar nedeniyle de tümüyle yıkılmış. Sarayla birlikte 20 bin kitaplık dev Portekiz kraliyet kütüphanesi de sulara batmış. Ne giden ince iş mobilyalara, ne tablolara, ne lüks saray eşyasına acıdım. Ama kitapları duyunca içim yandı içim!

Sarayın yıkılmasının ardından ortaya çıkan açık alan daha sonradan başka bir yapı inşa edilmemiş. Bu açıklık alan, yabancı ülkelerden getirdikleri değişik ve görülmemiş malları satmak için gelen tüccarlarla dolmuş. Bir süre sonra Lizbon'da ticaretin kalbi bu meydanda atmaya başlamış. Bugün artık Praça do Comércio'da satıcılar ve tüccarlar bulunmasa da meydan, Lizbon'un en canlı ve en kalabalık noktalarından biri olmayı sürdürüyor.

Denizi arkanıza aldığınızda hemen sağınızda ünlü Alfama semti, hemen önünüzde Lizbon'un çekirdeğini teşkil eden Baixa ve Chiado semtleri, solunuzdaysa Cais do Sodre semti bulunuyor. Lizbon'da yönünüzü ve yolunuzu daha kolay bulmak için Praça do Comércio'yu kendinize merkez noktası olarak belirleyebilirsiniz.

Lizbon'un tramvayları


Lizbon'u tramvaylar şehri diye tanımlasak hiç de yanlış olmaz. Bu şehrin bütün sokaklarından tramvay geçiyor neredeyse. Bizdeki otobüslerin, dolmuşların yerini tramvaylar almış. 5-6 vagonlu devasa tramvaylardan söz etmiyorum. Beyoğlu ya da Kadıköy tramvayı gibi nostaljik ama aynı zamanda şehir halkınca da etkin olarak kullanılan ufak tramvaylar bunlar.

Tramvaylar, şehre nostaljik bir hava katmakla kalmıyor; aynı zamanda çok güzel fotoğraf kareleri sunuyor. Şehrin en merkezî ve en güzel semtlerinden geçtikleri için bu tramvaylarla ilk duraktan son durağa yapılacak bir yolculuk, size ufak çaplı bir Lizbon turu yaptıracaktır.

Lizbon'un tramvayları içinde öyle bir tanesi var ki; özel bir paragrafı hak ediyor. Graça, Alfama, Chiado gibi en eski ve en köklü semtlerden geçen ünlü 28 numaralı tramvaya binmeyi ihmal etmeyin. Turistler arasında çok ünlü olduğu için yoğunluğu azaltmak adına tekil biletlere epeyce tuzlu, 3,5 avro gibi dudak uçuklatıcı bir fiyat uygun görmüşler. Ama 24 ya da 48 saatlik biletlerle de bu tramvaylara ek ücret olmaksızın binebiliyorsunuz.

Dikkat: Turistik olduğu için oldukça kalabalık olan bu tramvaylarda çantanıza, cüzdanınıza dikkat!

Asansör ve fünikülerler


Tramvayların tırmanamayacağı ölçüde dik olan yokuşları aşmak için Lizbonlular ascensor ya da elevador dedikleri cadde fünikülerleri inşa etmiş. Bunların en ünlüsü hiç kuşkusuz tepedeki Calhariz ile kıyıdaki São Paulo caddelerini birbirine bağlayan Bica Füniküleri (Ascensor de Bica) 100 yılı aşkın bir süredir iki cadde arasında işliyor. 2002 yılında "ulusal değer" olarak koruma altına alınmış ama araçları Lizbon gençleri sürekli graffitilerle boyuyor. Bunun araçlara ve manzaraya renk kattığını düşünenler olsa da bence tarihî dokuya zarar veriyor. Umarım önüne geçilebilir.

Santa Justa Asansörü
Baixa'dan São Pedro de Alcântara Seyir Terası'na (Barrio Alto semti) çıkan ikinci füniküler ise Ascensor de Santa Gloria adını taşıyor ve 1885 yılında hizmete girmiş.

Lizbon'un en eski ascensor'u yani füniküler aracıysa 1884 yılına tarihlenen Ascensor de Lavra. Daha dar bir sokaktan geçmesi ve daha az işlek olan iki semti birbirine bağlaması nedeniyle diğer ikisi kadar ünlü olmasa da şehrin 3 ascensor kardeşi arasında abi olan Lavra. 

Ascensor sözcüğü bizdeki asansör kelimesiyle aynı kökenden geliyor. Ama gördüğünüz gibi Portekizce de farklı bir kavram için de kullanılıyor. Lizbon'un bir de bildiğimiz anlamda çok ünlü bir asansörü yani elevador'u da var. İzmir'in Karataş semtindeki Asansör kadar güzel olmasa da Lizbon'a bi İzmir havası katmış hani!

Mimarının Eyfel Kulesi'nin mimarı Gustave Eiffel'den esinlenerek tasarladığı Santa Justa Asansörü yukarıda sözünü ettiğimiz üç fünikülerle birlikte Lizbon'un bacak yoran, soluk kesen yokuşlarını daha katlanılır hâle getirmek için yapılmış ama artık günümüzde tümüyle turistik amaçlı kullanılıyor.

33 metrelik yükselti farkını sokaklardan dolaşarak değil de, bu asansörle çıkmak istiyor ya da güzel bir Lizbon manzarasının tadını çıkarmayı arzuluyorsanız, hatırı sayılır miktarda bir parayı gözden çıkarmanız gerekiyor. Lisboa Card ile çıkış ücretsiz olsa da asansörün önündeki kuyruk insanı çileden çıkarıyor. Kuyruk yüzünden 2 kez binmekten caydımsa da, boş bulduğum bir anda tepeye çıkarak Lisboa Card'ımın hakkını vermiş oldum!   

Miradouro'lar


Lizbon'un yokuşu ve bayırı bol bir şehir olduğunu söylemiştim. Dolayısıyla bu engebeli şehrin yüksek semtlerine çıktığınızda alçak semtlerin inanılmaz manzaralarını görüyorsunuz. Bu manzaraları en iyi biçimde görebilmeniz için özel seyir terasları yapılmış şehrin pek çok yerine. Portekizliler bunlara Miradouro diyor. Eğer tabelalarda bir "miradouro" ibaresi görürseniz bilin ki muhteşem manzaralar sunan bir seyir terasına çok yakınsınız.

Santa Luzia seyir terası
  1. Miradouro da Nossa Senhora do Monte: Buraya Lizbon'un âşıklar tepesi desek yanlış olmaz. Ulaşımı en güç ve en yüksek tepelerden biri olduğu için eskiden komşuların meraklı gözlerinden ve dedikodulardan korunmak isteyen genç sevgililer bu müthiş manzaralı tepeye gelirlermiş. Buraya gelmek için ideal zaman sabahın erken saatleri ya da öğlen vakti.
  2. Miradouro das Portas do Sol: Lizbon'a gelenlerin en çok uğradığı ve en fazla fotoğraf çektiği seyir teraslarından biri burası. Tejo Irmağı ve Alfama semtini görebileceğiniz bu seyir terası aşağıdaki Santa Luzia miradouro'suna çok yakın; dolayısıyla sundukları manzara oldukça benzer. Ancak daha az kalabalık bir yer istiyorsanız ve utanmadan sıkılmadan, uzun uzun poz vermek istiyorsanız buradan ziyade Santa Luzia'yı tercih edin. 
  3. Miradouro de Santa Catarina: Ascensor de Bica'ya çok yakın bir noktada konumlanan Santa Catarina seyir terası, Tejo Irmağı, Cristo-Rei heykeli ve 25 Nisan Köprüsü'nü görmek için ideal. Gündüzden ziyade buraya gece gelmelisiniz. Işıklandırılan yapılar ve şehir ışıklarının vurduğu ırmağın görüntüsüne bayılacaksınız. Geceleri, özellikle üniversiteli gençlerin sökün ettiği bu  güzel manzaralı meydanda birlikte müzik yaparken ya da kalabalık gruplar hâlinde biralarını yudumlayıp sohbet ederken göreceksiniz.    
  4. Miradouro de São Pedro de Alcântara: Santa Gloria fünikülerinin üst durağında bulunan bu seyir terası, Lizbon'un aşağı mahallelerini ve São Jorge Kalesi'ni gözlemlemek için en doğru nokta. Özellikle öğleden sonra ve akşamüstü buraya gelip batan güneşin kaleye vuruşunu ve birer birer ışıkları yanmaya başlayan aşağı mahalle evlerini izlemelisiniz.
  5. Miradouro de Santa Luzia: Şirin çinileri ve sütunlarıyla, sunduğu manzara kadar kendi mimarisi de güzel olan bu seyir terasının özellikle gece manzarası gezginlerce çok seviliyor. Ünlü 28 numaralı tramvayla buraya kolayca ulaşım sağlayabilirsiniz.

Lizbon'da gece yaşamı


Bu şehirde havanın kararması, günün bittiği anlamına gelmiyor. Tam aksine, her şey daha yeni başlıyor! Zira, Lizbonlular -ya da turistler-, dar ve basık barlardan, birahanelerden ziyade sokaklarda eğlenmeyi seviyor. Chiado veya Rossio'da bir kafede başlayan arkadaş buluşmaları, biraların alınmasıyla Barrio Alto'nun dar ve yokuşlu sokaklarına taşınıyor. Her kapı önüne, her basamağa çöreklenen gençler, kâh oturur halde, kâh ayakta bir yandan biralarını içkilerini yudumlarken, bir yandan sohbet edip sosyalleşiyorlar.

Evlerin altında, sokak aralarında bulunan ufak barlar, içinde oturup vakit geçirmekten ziyade karton bardaktaki biten biraları tazelemek için hizmet veriyor. Buralar mahalle arası ve yerleşim yerlerinin tam ortasında olduğu için gece 02:00'de kapılarını mecburen kapatıyor. Bu dakikadan sonra kapılarını henüz yeni açmış olan disko ve kulüpler nöbeti devralıyor.

Lizbonlular pek öyle kulüp insanı değilmiş. Genelde gece kulüplerini turistler ile öğrenciler doldururmuş. Benim gitme fırsatım olmadı. Ama Lux ve Kremlin Lizbon'un en iyi gece kulüpleriymiş. Şehirdeki kulüplerde sıkı bir kapı politikası uygulanıyormuş. Görünüşünüze göre içeri alınmama durumu sıkça karşılaşılan bir olaymış. Kulüplere girişler genelde kişibaşı ücrete tâbiymiş fakat bu ücret, kapı görevlilerinin sizi ne kadar gözü tuttuğuna göre oldukça değişkenlik gösteriyormuş. Giriş için 5 avro istendiyse bu, hoş geldiniz sefa getirdiniz demek oluyorken; 40-50 avro gibi uçuk rakamlar istedilerse, şansını zorlama bas git anlamlarına geliyormuş.


Lizbon'da karın doyurmak


Portekiz mutfağının çok zengin olduğunu söyleyemeyeceğim. Bir deniz halkı olan Portekizlilerin mutfağı genel anlamda balığa dayansa da, ben umduğum kadar zengin bir çeşitlilik bulamadım.

Öncelikle belirtmekte yarar var ki Portekizlilerde en zayıf olan öğün kahvaltı. Çoğu Portekizli sabahları evde kahvaltı yapmazmış. Bunun yerine sabahın erken saatlerinden itibaren kapılarını açan kafe ve pastanelerde ayaküstü bir kahveyle birlikte atıştırdıkları pastel de nata'larla, kruvasanlarla, jambonlu sandviçlerle vb kahvaltıyı geçiştiriyorlar. Çoğu ürünün 80 sent, 1 avro, 1,5 avro gibi düşük fiyatlara satıldığını göz önünde bulundurursak, kahvaltılığa para verip, evde hazırlamaya uğraşmaktansa sabahları dışarıda yemek çok daha kârlı oluyor olsa gerek.

Ana yemeklere gelirsek, mutfağın odak noktasında balık olduğunu söylemiştik. Balıklar içindeyse bizde hamsi ya da istavrit neyse Portekiz'de de morina balığı (bacalhau) o. İrice bir balık olan morina okyanustan geliyor ve Portekizlilerin mutfağında çok önemli bir yer var. Taze tüketilebildiği gibi, dondurularak, tuzlanarak, salamura edilerek ya da kurutularak da kullanıldığı için binbir farklı şekilde hazırlanabiliyor. Söylenene göre morina balığıyla her gün başka bir tarif deneseniz bile, daha yemediğiniz bir sürü tarif kalırmış!

Time Out Market Lizbon
Elbette Lizbon'da sayısız restoran var ve 3-5 günlük bir ziyarette hepsini gezmem olanaksızdı. Bu nedenle özel bir mekân adı vermeyi uygun görmüyorum ama bir yer var ki adını anmamak olmaz. Mercado de Riberia denen "TimeOut Market" benim ilk kez karşılaştığım ve görünce de çok şaşırdığım bir konsept oldu.

Eski bir hal binasını onarıp yeniden kullanılır hâle getirmişler ve içine yüzlerce restoran açmışlar. Bunların çoğu self-servis olarak hizmet veren. Tıpı alışveriş merkezlerinin yemek katları gibi. Ama alan öylesine büyük ve yemek çeşitliliği öylesine fazla ki, insan şaşırıyor. Balıktan, kebaba, suşiden, tay mutfağına dünyanın tüm mutfakları tek çatı altında burada bulunuyor. Binlerce insanın aynı anda aynı çatı altında yemek yiyor olması biraz ilginç. Yemek yerken herkes sohbet ediyor ve buna çatal kaşık gürültüleri karışıyor. İnanılmaz bir uğultu var içeride. Seçeneğin çok fazla olduğu, karar vermenin çok güç olduğu, mekâna önceden karar vererek, bir an önce karın doyurup ayrılmanız gereken bir yer Mercado de Riberia.

Portekiz'in denemeye değer diğer tatlarını da burada sıralayacağım. Fakat çoğu içlerinde domuz eti barındırdığı için kendim tatmadım. Caldo Verde denen karalahana çorbası oldukça lezzetli. İçine bir parça domuz eti atmak âdetten ama ben vejetaryen servis eden bir yerde yediğim için domuz eti yoktu. Francesinha içinde bol peynir ve domuz eti bulunan bir başka Portekiz spesiyalitesi. Her yerde adını göreceksiniz ama ana malzemesi domuz eti olduğunu için ben yiyemedim. Cozido à Portuguesa da yine baştan aşağı domuz etiyle yapılan bir tür yahni.

Domuz etine alternatif olarak ahtopot severseniz Polvo à Lagareiro'yu mutlaka öneririm. Çoğunlukla tek parça olarak yemeklerin önünden başlangıç olarak sunulsa da, ana yemek olarak da tüketiliyor. Arroz de Pato, ördek etiyle yapılan bir tür pilav ve yine son derece lezzetli. Morina'dan sonra en yaygın balık herhalde sardalya. Özellikle kızartılmışını çok yerde gördüm.

Tatlı ya da atıştırmalık olarak tüketilen iki şeye daha değinmek isterim. Queijadas denen Sintra kasabasına özgü ama Portekiz'in neredeyse her yerinde bulunabilen peynirli atıştırmalıklarla Ovos Moles denen yumurtalı şeyler. Şey diyorum çünkü ben hayatımda böyle korkunç bir şey görmedim. Resmen çiğ yumurta sarısı ve beyazı! Tavsiye üzerine ne olduğunu bilmeden alıp bir ısırık aldığım ve anında çöpe attığım bir kâbustu.

Ginginha ise Portekiz'e özgü az sayıdaki içecekten biri. Bir tür vişne likörü olan Ginginha hemen hemen her restoranın menüsünde bulunuyor.

Lizbon'un pek bilinmeyenleri


Dediğimiz gibi, her şehrin turistik açıdan artık klişeleşmiş, klasikleşmiş ziyaret yerleri ve etkinlikleri bulunuyor. Ama elbette tüm şehirlerin bu tür yerlere oranla daha az bilinen, daha az rağbet gören yerleri oluyor. Bu bölümde Lizbon'un pek bilinmeyen, -bilinmeyen demeyeyim de- ikinci plana atılan yerlerine değineceğim.


Cristo-Rei


Bu dev Hazreti İsa heykeli, şehrin her noktasından görülebilse de, Lizbon'u ziyaret edenlerin pek azı bu heykelin yanına kadar gidiyor. Lizbon'un tümüyle dışında, Tejo Irmağı'nın karşı yakasında bulunan heykelin bir de 82 metre yükseklikte seyir terası var. Teras, heykelin ayaklarının olduğu kaidede bulunuyor. Giriş 2017 itibarıyla 4 avro.

Cristo-Rei heykeli, Lizbon'u ziyaret edenlerin karşı kıyıdaki Almada'ya geçmesini sağlayan tek şey desek yanlış olmaz. Almada Lizbon'dan tümüyle farklı, başka bir şehir olsa da insanlar her gün Lizbon'a çalışmaya ya da alışverişe geliyorlar. Bizim Kadıköylülerin her gün vapurla Beşiktaş'a geçip işe gitmesi gibi... İki yaka arasında tekneler işliyor. Cristo-Rei heykeli için Cais do Sodre iskelesinden (tren istasyonunun hemen yanında) kalkan Cacilhas teknelerine biniyorsunuz. Biletler 1,25 avro, yolculuk süresi 15 dakika.

Buradan sonra 101 numaralı otobüslere binerek, heykelin yanına kadar gidebilirsiniz. Otobüs için burada bilet almalısınız. Lizbon'da kullandığınız ulaşım kartları Almada farklı bir şehir olduğu için burada geçerli değil. Otobüsler her yarım saatte bir kalkıyor ve heykele ulaşması 20 dk sürüyor. Eğer otobüsünüzün kalkmasına henüz vakit varsa, Cacilhas iskelesi çevresinde biraz gezinerek, Lizbon'un bu komşu şehrini de tanıyabilirsiniz.


25 Nisan Köprüsü


Portekizlilerin Ponte de 25 Avril dediği bu demir asma köprüyü Kaliforniya'nın Golden Gate köprüsünü benzeten ne ilk ne de son kişi olacağım. Ama bu benzetişler tevekkeli değilmiş. Çünkü her iki köprüyü de aynı şirket inşa etmiş. Deprem riskinin yüksek olduğu bölgeler için en uygun köprü bu olduğu için şirket, her iki şehir için de benzer bir tasarımı uygun görmüş.

Bir ayağı Lizbon'da bir ayağı Almada'daki Cristo-Rey heykelinin hemen yanında olan bu köprü Lizbon'un en bilinen çağdaş zaman simgelerinden biri. Denizden 70 metre yükseklikte, 2,3 km uzunlukta olan köprü 1966'da tamamlanmış ve masrafını amorti etmesi 25 yıl sürmüş. Bu noktada ilginç bir bilgi verelim: Bizim Boğaziçi (Şehitler) Köprüsü yapıldıkta sonra kendini yalnızca 5 yılda amorti etmişti. Tabii değil Lizbon'un, Portekiz'in toplam nüfusunun 10 milyon dolaylarında olması bu konuda oldukça sanıyorum ki etkili olmuştur.

Tejo Irmağı'nda tekne gezintisi


Tejo Irmağı aslında İspanya'da doğup, Portekiz topraklarını doğudan batıya aşarak Atlas Okyanus'una dökülen orta büyüklükte bir akarsu. Ama okyanusa kavuştuğu noktada öylesine genişliyor ki, burası artık denizin mi yoksa, ırmağın mı bir parçası anlayamıyorsunuz. Bu kıyı şekli, haliç olarak adlandırılıyor. Bizdeki Haliç de aslında Kâğıthane Deresi'nin denize kavuşurken genişlemesi sonucu oluşan bir haliçten başka bir şey değil. Tabi Lizbon'un halici, bizdekinden katbekat büyük...

İşte bizim Tejo Irmağı, koskoca gemilerin bile gezinebildiği böyle kocaman bir su kütlesi. Lizbon ve komşu şehirler bu halicin kıyılarına yayılmış olduğu için bir kıyıdan diğerine gitmek için en kolay yol tekneler. Genelde turistik ziyaretleriniz sırasında (Cristo-Rei heykeli dışında) teknelere binmenizi gerektirecek bir yer yoktur. Ama bizdeki Boğaz turları gibi, Lizbon'u farklı bir açıdan görmek istiyorsanız (denizden karaya) bu toplu taşıma teknelerini deneyebilirsiniz.

Ulaşım amaçlı tekneler dışında bir de özel tur düzenleyen tekneler var. Kişi başı 35 ilâ 50 avro arasında değişen fiyatlara sizi teknelere doldurup gündüz ya da günbatımında haliçte gezdiriyorlar. 25 Nisan Köprüsü'nü ya da Lizbon'un tepelere yayılan semtlerini bambaşka açılardan görme ve inceleme fırsatı buluyorsunuz.

Águas Livres Su Kemeri


Özgür Sular anlamına gelen Águas Livres, dünyanın en büyük su kemerinin adı. 18. yüzyılda Lizbon'a içme suyu getirmek için yapılmış. Genişçe bir vadiyi boydan boya aşan kemer, onlarca gözden oluşuyor. Uzaktan bakıldığında da, yakından bakıldığında görkemiyle bakanı büyüleyen kemer, artık yerleşim yerlerinin tam ortasında kalmış. Rehberli tur eşliğinde kemer üzerinde yürüyüş yapmak mümkün. Ama ben yaptım mı diye sorarsanız, hayır yapmadım :)

Parque das Nações


Adı Uluslar Parkı anlamına gelen Parque das Nações'in bulunduğu yer önceden izbe bir sanayi bölgesiymiş. 1998 yılındaki EXPO için bu bölgede bir etkinlik alanı kurulması kararlaştırılmış ve bölgenin kaderi bundan sonra değişmiş. Portekiz'de iş dünyasının bir anda akın ettiği bölgede bugün pek çok şirketin genel müdürlük binası bulunsa da, EXPO döneminde Parque das Nações ve çevresine yapılan ilgi çekici yapılarla burası hem Lizbonluların, hem de turistlerin sıkça uğradığı bir yer olmuş.

Öncelikle tüm yerler içinde en çok ilgi çekenin kumarhane/kasino olduğunu söyleyelim. Kumar Portekiz'de yasal bir etkinlik. 4 kata yayılan kumarhanede binin üzerinde slot makinesi varmış. Gitmedim. Gitmenizi de önermiyorum. Paranızı kumarda çarçur edeceğinize iki şehir görün efendim!

Parkın, en önemli yanı, bana kalırsa Oceanário denen dev akvaryum ama gelin görün ki böylesine müthiş bir yer bir batakhanenin gölgesinde kalabiliyor. 3 büyük okyanusta yaşayan en ilginç ve en nadir balıkların sergilendiği 5 dev su havuzundan oluşuyor. Ana havuz 4 farklı yönden izlenebiliyor. Bu nedenle önü her zaman çok kalabalık olan ilk pencerenin önüne değil, diğer yöndeki pencerelerin önüne gidin. Haftasonları da akvaryumun aşırı kalabalık olduğunu unutmayın.

Parkın her yeri, çok sayıda heykel, havuz ve bahçeyle dolu. Ayrıca bir alışveriş merkeziyle bilim müzesi de barındırıyor. Park çevresinde modern mimariyle yapılmış çok sayıda ilginç yapı var. Çok geniş bir alana yayılan parkın bir diğer ilgi gören yapısı da parkı baştan sona kateden teleferik.

Gülbenkyan Müzesi


Gülbenkyan Müzesi'ndeki çinilerimiz

Lizbon, kesinlikle bir müzeler şehri değil. Paris'in, Viyana'nın, Madrid'in yanına bile yaklaşamaz Lizbon. Az sayıdaki müzesi çok da aman aman bir şey sunmuyor. Bunların içinden Museu de Arte Antiga (Eski Sanatlar Müzesi)'ni bir nebze sevsem de Lizbon müzeleri Avrupa'daki rakipleriyle pek boy ölçüşecek nitelikte değil. Ama Lizbon'un bu açığını az da olsa kapatacak bir özel müzesi var: Gülbenkyan Müzesi (Museu Gulbenkian)

Kalust Sarkis Gülbenkyan, yakın tarihin -tarihimizin- en çok tartışılan isimlerinden biri. Aslen bir Osmanlı Ermenisi olan Gülbenkyan, Abdülhamit ile birlikte Irak'taki petrol yataklarının bulunması için birlikte hareket eden bir girişimcidir. Tarihin garip cilveleri Türk milletini Irak petrollerinden mahrum ederken, Gülbenkyan, tek başına petrol gelirlerinden %5 pay kaparak tarihe Bay Yüzdebeş (Mr. Five Percent) olarak geçmiştir.

Bu müthiş gelir sayesinde dünyanın en büyük özel sanat koleksiyonlarından birine sahip olan Gülbenkyan, yaşamının son yıllarında çok sevdiği Lizbon'a yerleşmiş ve burada yaşamını yitirmiş. Kurduğu vakıf sayesinde arkasında bıraktığı müthiş sanat koleksiyonu bir müzede toplanmış ve sergilenmeye başlamış.

Bugün Gülbenkyan Müzesi, Ortadoğu sanatı başta olmak üzere dünyanın dört bir yanından toplanmış binlerce parçaya evsahipliği yapıyor. Müzede hatırı sayılır miktarda Türk-Osmanlı-Selçuklu eseri de bulunuyor. İznik ve Kütahya çinileri özellikle görülmeye değer. Lizbon seyahatimin en unutulmaz ziyaretlerinden biriydi Gülbenkyan Müzesi.

Gülbenkyan ile ilgili spekülasyonlar hiç bitmemiş. Bizdeki genel kanı, Gülbenkyan'ın kazık atarak İngilizlerin tarafında geçtiği ve Irak petrolleri konusunda Türkiye'nin safdışı bırakılmasında büyük rolü olduğu yönünde.

Diğer yandan da, hiçbir zaman kanıtlanamayan bir iddiaya göre Gülbenkyan 1955 yılında ölmeden önce koleksiyonunu sergilenmek için memleketi Türkiye'de bir müze binası yaptırmak ve tüm eserleri buraya taşımak istiyor. Ama bizimkiler nedendir bilinmez -ya da bilinir- bu işe yanaşmıyor, "getireceksen her bir parça başına bilmem ne kadar gümrük vergisi ödeyeceksin" diyerek yoluna taş koyuyorlar ve Gülbenkyan bu düşünceden cayıyor. Dediğim gibi, bu iddia hiçbir zaman kanıtlanmamış ama eğer doğruysa ülkemiz adına ne büyük kayıp!

Lizbon'a iki adımlık yerler ve deniz-kum-güneş işleri


Cascais'in şirin evleri ve kumsalı
Portekiz bizler için daha ziyade Lizbon ve Porto'dan ibaretmiş gibidir. Ama Portekiz'de görülecek onlarca küçük şehir, kasaba ve köy var. Bunlardan ikisi Cascais ve Sintra. Lizbon'a olan yakınlıkları nedeniyle genelde Lizbon'u ziyaret edenler bu kasabalara mutlaka uğrar. Ancak bazen zaman sıkıntısı nedeniyle gezginler ikisinden biri arasında seçim yapmak zorunda kaldıklarından yakınıyorlar. Durun hemen umutsuzluğa kapılmayın! Biraz zahmetli olsa da ikisini birden aynı güne sığdırmak mümkün! Denendi, onaylandı.

Cascais, Portekiz kraliyet ailesinin ve soylularının sayfiye mekânı olarak ünlenmiş çok şirin bir tatil beldesi. Trenle 30-40 dakikalık bir yolculukla varılacak Cascais'in şirin sokakları kadar, denizinin de tadını çıkarabilirsiniz. Nisan ayından itibaren insanlar denize girmeye başlasa da bizler için biraz soğuk olduğunu söylemeliyim.

Cascais'e birkaç saat ayırdıktan sonra otobüslerle doğruca Sintra'ya. Sintra da tıpkı Cascais gibi soyluların ve kraliyet ailesinin gözde mekânı olmuş. Ama denizi ile değil bu kez doğasıyla. Yemyeşil tepelere yapılmış heybetli şatolar sizi sizden alacak ama şatolara girmek için cüzdanınızın epeyce dolu olması gerek. Vallahi bütçeyi derinden sarsıyor Sintra'nın şatoları :)

Cascais ve Sintra'yı aynı gün içinde gezmek hiç de güç değil demiştim. Ama eğer kendinizi biraz daha zorlar ve güne çok erken başlayıp, at gibi koşmayı göze alırsanız size bir ufak önerim daha olabilir. Cascais'ten Sintra'ya giderken yol üstünde Cabo da Roca veya Batalha'ya uğramaya ne dersiniz? Bizim otobüsümüz arızalandığı için Cabo da Roca'da mecburiyetten 40 dk gibi bir zamanımız oldu. O yüzden Avrupa kıtasının en batı noktası olma özelliğini taşıyan bu burunu ziyaret etme fırsatını piyangodan kazanmış gibi oldum. Pek bir özelliği olmasa da coğrafi özelliği nedeniyle bence ziyareti hak ediyor. Tüm Avrupa yıllar yılı dünyanın bu noktada bittiğine inanmış!

Batalha ise gezi rehberlerinde adını sıkça göreceğiniz Gotik katedraliyle ünlü bir kasaba. Otobüs şehir merkezinin içinden geçtiği, hatta katedralin çevresinden dolaştığı için katedrali 2-3 dakikalığına da olsa dışarıdan inceleme fırsatınız oluyor. Ne yalan söyleyeyim kendimi gitmiş sayıyorum :) Ama Batalha ve Cabo da Roca arasında bir seçim yapacaksanız kesinlikle Cabo da Roca diyorum!

Bir de ünlü sarayıyla Lizbon gezginlerinin sıkça gittiği bir Mafra kenti varmış ki, ben buraya gidemedim. Giden varsa söylesin, çok şey kaçırmış mıyız???

***

Bu yazıda sözü edilen ve edilmeyen, Lizbon'da görmeniz gereken tüm noktalar aşağıdaki haritada işaretlenmiştir. Haritanın bağlantısına tıklayarak, geziniz boyunca gereksinim duyduğunuz her an kullanabilirsiniz.


  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder