Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu
İtalya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İtalya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2016 Salı

Pisa

Pisa Kulesi ve katedrali
İtalya denince aklımıza ilk gelen görüntülerden biri olan şu ünlü eğik kuleye evsahipliği yapan Pisa'dayız... Pisa, İtalya'nın Toskana bölgesinde yer alan orta büyüklükte bir kent. İlginçtir, birkaç yüzyıl önce denize kıyısı olan, güçlü donanmasıyla nam salmış bu kent, içinden geçen Arno Irmağı'nın taşıdığı lığlarla (alüvyon) gitgide denizden uzaklaşmış ve bugün sudan 15 km uzakta bulunan bir kent olmuş.

Şehrin adının İtalyanca söylenişi "Piza" biçiminde. Türkçede de böyle söylüyoruz. Fakat çoğu kişinin sandığı gibi bu sözcüğün yediğimiz pizzayla herhangi bir ilgisi yok. Eğik kulesi dışında kaydadeğer herhangi bir özelliği olmayan bu kente gerçekleştirdiğim ziyaretin ayrıntılarını birazdan paylaşacağım. Ama öncelikle Pisa'ya nasıl gideriz ona bakalım...

İstanbul'dan Pisa'ya nasıl gidilir?


Genelde Floransa'ya gitmek isteyen seyahatseverlerin aktarma noktası olarak kullandığı Pisa'ya İstanbul'dan haftanın beş günü doğrudan uçuşlar bulunuyor. Toskana'nın en işlek havalimanı Pisa Galileo Galilei Havalimanı'na Türk Hava Yolları çarşamba ve perşembe günleri dışında her gün bir kez TK1399 sefer sayısıyla uçuyor. Eğer Pisa'ya Avrupa içinde bir noktadan uçacaksanız düşük malieyetli (low-cost) havayollarını seçebilirsiniz. Zira Pisa'nın havalimanı çok sayıda uluslararası uçusa evsahipliği yapıyor. Ancak sırtçantalı gezginlerdenseniz ve iki uçuş arası geceyi havalimanında geçirip konaklama masrafından tasarruf etmeyi düşünüyorsanız kötü bir haberim var: Pisa Havalimanı sabah 04.00'te açılıyor ve o günkü programlı son uçak indikten sonra kapanıyor.

Havalimanından Pisa şehir merkezine gitmek için 3 farklı yol bulunuyor. Birincisi ve en rahatı 2016 yılı itibarıyla onarımda ve kullanımdışı olan trenler, normalde 5 dakikada sizi ünlü Pisa Kulesi'nin yakınlarına götürüyorlar. İkinci seçenek şehir merkezine yalnızca 1 km uzakta bulunan havalimanından yürüyerek gitmek. Eğer valiziniz varsa ve yön bulma konusunda kendinize pek güvenmiyorsanız, bu seçeneği de önermiyorum. Üçüncü ve en çok rağbet gören seçenek ise geliş terminalinin çıkışında bulunan duraklardan belediye otobüslerine binmek. Otomatlardan 1 avroya aldığınız biletleri otobüs içinde sürücüden de alabiliyorsunuz fakat bu durumda 2 katı ücret ödemeniz gerekiyor. Otomatlar yalnızca İtalyanca hizmet verdiği için kullanımını karmaşık bulabilirsiniz fakat benim yaptığım gibi bir yerliden yardım isterseniz size seve seve yardımcı olacaklardır. Otobüsler biraz dolaştığı için yolculuk haliyle tren yolculuğundan biraz daha uzun sürüyor. Yaklaşık 15 dakikalık bir sürüşün ardından otobüsler sizi Pisa Kulesi'ne çok yakın bir konumda indirecekler.

Pisa'da görülmesi gereken yerler

Pisa her ne kadar İtalya'nın en bilinen, en önde gelen tarihî eserlerinden birini barındırıyor olsa da şehrin geneli ne yazık ki vasat. 90 bin nüfuslu kentin 60 bini öğrencilerden oluşuyor ve bu öğrenciler kent yaşamına ciddi anlamda bir hareket katıyor. Sokaklarda gezerken bunu açıkça görebiliyorsunuz. Ancak Pisa Kulesi dışında turistik anlamda kentte doyurucu bir şey olmadığını üzülerek söylüyorum. Pisa her şeyiyle yaklaşık 4-5 saatte gezilebilecek, en fazla yarım gününüzü ayırmanız gereken bir kent.

Pisa Kulesi

Ünlü Pisa Kulesi, Campo dei Miracoli (Mucizeler Alanı) denen geniş bir düzlüğe yayılan çok sayıda dinî yapıdan yalnızca biri. Aslen bir çan kulesi olan yapının eğikliği yakından baktığınızda çok daha çarpıcı. Bir an çıkıp çıkmamak konusunda kararsızlığa düşeceğinizden eminim.

Bölgeye özgü kumlu toprak nedeniyle alandaki tüm yapılarda bir miktar yan yatma mevcut fakat kule 1171 yılında daha üçüncü katı yapılırken eğilmeye başlamış. 1350 yılında son bir kat ve 7 adet çanın eklenmesiyle yapıya son şekli verilmiş. Yapı bununla birlikte her geçen yıl biraz daha eğilmeyi sürdürmüş ve bu eğiklik 5.5 metreyi bulmuş; ta ki 2008 yılında tamamlanan restorasyon çalışmalarıyla kule biraz düzeltilip, temeli sabitlenene kadar. Söylenenlere göre kule bu son destekleme çalışmalarıyla 200 yıl daha olduğu durumda kalmayı sürdürecekmiş.

Halihazırda yatay akstan yaklaşık 4 metre eğik olarak duran kule, gerçekten korkutucu görünüyor. Ağırlığı dengelemek ve yoğunluğu azaltmak adına kuleye girişler randevuyla ve küçük gruplar hâlinde yapılıyor. Biletler, gişelerden 18 avro karşılığında temin ediliyor ve bu ücretin çok ama çok fahiş olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Kuleyi tümüyle bir gelir kapısı hâline getirmişler gerçekten. Çoğu turist için, özellikle sırtçantalı ve öğrenci gezginler açısından caydırıcı bir ücreti olsa da, ben oralara dek gitmişken, elbette o kuleye çıkmadan dönemezdim. Aldım biletimi ve bekledim saatimin gelmesini...

Hemen eklemek isterim ki, kuleye sırt çantası ya da elinizde torbayla çıkmanız yasak. Kuleye yaklaşık 150-200 metre uzaktaki ücretsiz emanet dolaplarına gidip kuleye çıkış öncesi tüm eşyanızı oraya bırakmanız gerekiyor. Kulenin girişindeki güvenlik görevlileri çok sert ve asık suratlı. Yüz göz olmamakta yarar var.

Özellikle paskalya döneminde ve yaz tatillerinde, Pisa'nın turistlerle dolup taştığı zamanlarda kule için uzun kuyruklar oluşabiliyormuş. Bu durumda fazla beklememek ve kuleyi ziyaretinizi garantilemek için biletinizi İnternetten almanızı öneriyorlar. Kredi kartıyla bilet almak için kullanabileceğiniz İnternet sayfası: http://www.opapisa.it/en/tickets/buy/

Ücretlendirmede yetişkin/öğrenci ayrımı yok. 8 yaşın altındaki çocukların içeri alınmadığına, 18 yaş altı ziyaretçilerin ise yalnızca bir yetişkin eşliğinde kabul edildiğini eklemekte yarar var. Girişte elektronik cihazlarla aranacaksınız. Giriş için seçtiğiniz saatte geç kalırsanız içeri alınmıyorsunuz ve biletiniz yanıyor. Çok çok çok fazla formalite. Basit bir kule için gerçekten aşırı...

Kuleye toplamda 296 basamaklık bir merdivenle çıkılıyor. Kulenin dışındaki kabartmalarda kentin geçmişiyle ilgili sahneler canlandırılıyor. Dışı oldukça gösterişli ve şık olan 7 katlı kulenin içi ise bir o kadar sade. Sarmal düzenle yükleselen merdivenler başdöndürücü ve oldukça kaygan.


Eğer siz kuleye çıkmak için 18 avro veremem diyenlerdenseniz; ya da 18 avroya değip değmeyeceği konusunda kararsızsanız buyurun, kuleye tırmanırken çektiğim video kaydını izleyin...



Katedral

Katedrale giriş her ne kadar ücretsiz olsa da, bilet gişesinden bilet almanız gerekiyor. Kule için ya da alandaki diğer yapılar için bilet aldıysanız aynı bileti göstererek katedrali ziyaret edebiliyorsunuz. 11. yüzyıldan kalma katedralin görkemli bir dış cephesi ve içeride etkileyici freskoları var. Romanesk mimari üslubun iyi bir örneği olan katedralin gözalıcı vaiz kürsüsünü dikkatle inceleyin. Romanesk, gotik, barok vb gibi mimari üslupların arasında ne gibi farklar olduğunu merak ederseniz şu yazımı incelemenizde yarar var :) 

Vaftizhane, Sinopie Müzesi ve Camposanto

Vaftizhane olarak kullanılan ve katedralden ayrı müstakil bir yapı olan Battistero, Kudüs'ten getirilmiş toprakların kullanıldığı mezarlık olan Camposanto ve mezarlığın müzesi olan Sinopie Müzesine girişler de ayrı ücretlendiriliyor. Bu 3 eserden birine giriş, 5 avro, ikisine giriş 7 avro, tümüne giriş 8 avro. 

Vaftizhane inanılmaz akustiği, duvar süslemeleri ve vaftiz kürsüsüyle dikkat çekerken, mezarlıktaki heykeller, oyma Roma lahit mezarları ve freskolar göze çarpıyor. Mezarlıkta Kudüs'ten getirilen toprağın kullanılması da Hıristiyanlar için buranın önemini artırıyor. Sinopie Müzesi ziyaretçilerin genelde atladığı bir yer olsa da İkinci Dünya Savaşı'nda burası bombalandıktan sonra açığa çıkan ve koruma altına alınan yüzlerce yıllık fresko taslakları burada sergileniyor.  

Opera del Duomo Sarayı ve Müzesi

Mucizeler Alanı'nın hemen yanında bulunan Opera del Duomo Sarayı ve Müzesi, bölgedeki tüm dinî yapılardan getirilmiş, eserlerin sergilendiği bir yapı. 2016 yılı itibarıyla onarımda ve ziyarete kapalı. Ben de gezme fırsatı bulamadım bu nedenle. Söylenene göre yapının pencere ve terasından Mucizeler Alanı'nın alışılmamış açılardan etileyici fotoğraflarını çekebiliyormuşsunuz. Bendeniz bu yapıların kendilerini ziyaret etmekten yeterince tat almış olduğum ve yalnızca bir telefonla fotoğraf çektiğim için burayı gezemediğime çok da üzülmedim.

Via Santa Maria ve Piazza dei Cavalieri

Santa Maria Caddesi, Mucizeler Alanı'na açılan çok sayıda caddeden biri ancak en hareketli, en işlek olanı. Her iki yanında kafe ve restoranlar bulunan, bir bölümü yayalaştırılmış olan bu caddede biraz yürüyüş yaparak şehrin temposuna ayak uydurabilirsiniz. Haritanızdan biraz yardım alarak Şövalyeler Meydanı'na (Piazza dei Cavalieri) sapmanızı şiddetle öneririm. Çok şık binalarla çevrelenmiş bu meydan, şehrin öğrenci semti olarak anılıyor ve Pisa Üniversitesi'nin en saygın fakültelerini barındırıyor. 

Arno Irmağı ve karşı yaka

Arno Irmağı Pisa'yı kabaca ortadan ikiye bölen bir akarsu. Irmağın her iki kıyısı boyunca şirin binalar sıralanmış ve kentin iki yakası çok güzel köprülerle birbirine bağlanmış. Bu köprüler üzerinde şehrin etkileyici fotoğraflarını çekebilirsiniz. Arno'nun karşı yakası biraz daha çağdaş yaşamı yansıtıyor ve yerlilerin, turistik kalabalığa karışmadan sosyalleşebildiği bir bölge olarak öne çıkıyor. Bankalar, ünlü giyim mağazaları, turistik olmayan kaliteli kafe ve restoranlar hep bu bölgede. Size önerim Turistik Pisa'yı gezmeyi bitirdikten sonra gara ya da havalimanına dönüşte yürüyerek bu bölgeden geçmeniz ve Pisa'da hoş anılar biriktirmeniz... Pisa'da geçirdiğim birkaç saatin eğlenceli geçmesini sağlayan şey, Mucizeler Alanı'ndan havalimanına yürürken bu bölgeden yürümek ve soluklanmak için kafelerde vakit geçirmekti.

Sonsöz

Pisa, yazının başında da değindiğim gibi tek başına ziyaret edilecek bir kent değil. Bir Floransa gezisi içinde, birkaç saatliğine uğranacak bir yer olarak değerlendirmelisiniz burayı. Eğer 5-6 gün bulabiliyorsanız bir "Büyük Toskana Gezisi" tasarlayın ve Pisa bunun bir durağı olsun. 

Yeme içme konusunda tasarruf etmek isterseniz, turistik kalabalıktan uzaklaşın ve mümkünse Arno Irmağı'nın karşı yakasında yemek yiyin. Hediyelik eşya bakıyorsanız sokaklarda ve özellikle Mucizeler Alanı'nı çevreleyen yüksek duvarların hemen arkasında bulunan hediye pazarını gezin. Çingene pazarlığı yapmaktan çekinmeyin. Türkçe, inanmayacaksınız belki ama, satıcıların çoğu tarafından konuşuluyor. En azından sizinle pazarlık edebilecek Türkçeleri var :) 

Yarım günlük Pisa gezisinin hemen akabinde, yine birkaç saatte görebileceğiniz küçük bir kent olan Lucca'ya gitmenizi öneririm. Trenle Pisa Garı'ndan 20 dakikada varacağınız Lucca, bana kalırsa Floransa'dan sonra Toskana'nın en güzel kentiydi.

10 Mart 2016 Perşembe

Floransa'ya nasıl gidilir?

Floransa hiç kuşkusuz Avrupa'nın en güzel şehirlerinden biri. Roma ve Venedik'ten sonra adını en sık duyduğumuz, resimlerini en çok gördüğümüz İtalyan şehri, herhâlde Floransa'dır. Yüzyıllarca Avrupa'nın en önemli kenti olarak kalmış; Orta Çağın en güçlü ve zengin ailelerini çıkartmış; ticaretin, bilimin, sanatın ve mimarinin beşiği olmuş bir şehirden söz ediyoruz... Floransa bölge olarak Toskana sınırları içinde kalıyor ve Floransa dışında Toskana'nın ziyaret edilmesi gereken 4 muhteşem kenti daha bulunuyor: Siena, Lucca, Pisa ve daha ziyade bir kasaba diyebileceğimiz San Gimignano. Eğer Toskana'ya yolunuz düşerse Floransa'yla birlikte bu kentlerden birini ya da bir kaçını mutlaka görmelisiniz.

Floransa'ya havayoluyla ulaşım

Eğer bir seyahatseverseniz, İtalya'ya gitmemek, gidip de Floransa'yı görmemek olmaz. Fakat bu dünya güzeli kente, ne yazık ki şimdilik Türkiye'den doğrudan uçuş bulunmuyor. Şehir merkezine 15 dakika uzaklıkta yer alan Firenze Amerigo Vespucci Havalimanı (FLR), pek çok iç ve dış hat uçuşuna evsahipliği yapsa da Toskana'nın en işlek havalimanı Pisa Galileo Galilei Havalimanı. Türkiye'den geliyorsanız bu bölgeye uçuş gerçekleştiren tek şirket olan Türk Hava Yolları da sizi Pisa'ya getirecek.

Floransa'ya havayoluyla ulaşmak istiyorsanız Türk Havayolları'nın TK1399 sefer sayılı uçuşundan biletinizi almanız gerekiyor. THY, çarşamba ve perşembe günleri dışında haftanın 5 günü İstanbul-Pisa arasında karşılıklı seferler düzenliyor.

Havalimanından şehir merkezine ulaşım

Pisa Havalimanı ile Floransa şehir merkezi arasında normalde demiryolu bağlantısı bulunuyor. Fakat 2016 yılı itibarıyla onarımda ve kullanım dışı. Bunun yerine yolcular havalimanının hemen önündeki cep otogarından otobüslerle taşınıyor. Havalimanından çıktığınızda sağa doğru bakın. 2 farklı otobüs firmasını ve bunların yanyana konumlanmış bilet gişelerini göreceksiniz. Biletler her iki firmada da aynı fiyata satılıyor fakat saatleri farklı olabiliyor. Hangisinin daha önce kalkacağını sorabilirsiniz. Biletleri eğer oradan alırsanız 6 avro, internet üzerinden alırsanız 5 avro ödüyorsunuz. Otobüsler 1 saatlik bir yolculuğun ardından sizi Floransa Santa Maria Novela İstasyonu'nun önünde indirecek.

Sabah 05.30 ile 20.00 saatleri arasında  hizmet veren otobüslerin bagajına bavullarınızı kendiniz yerleştirip indiriyorsunuz. Bagajın dibine koyup muavin yerleştirir diye düşünerek otobüse binerseniz, bavullarınız kalır, siz gidersiniz Floransa'ya :)

Pisa Havalimanı ve Floransa arasında yolcu taşıyan iki şirket var demiştik. Bunlar:

Terravision: www.terravision.eu (zaman çizelgesi)

Autostradale: www.airportbusexpress.it (zaman çizelgesi)

Floransa'ya demiryoluyla ulaşım

Eğer Pisa'ya değil de, herhangi bir nedenle Bolonya (100 km), Cenova (230km) veya Roma'ya (320) km uçtuysanız demiryolunu kullanarak  yine Floransa'ya rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Torino, Milano, Bolonya, Roma, Napoli, Salerno, Padova, Venedik, Trieste ve Treviso gibi önemli İtalyan şehirlerinden trenle Floransa'ya doğrudan ulaşım sağlayabilirsiniz.

Floransa'da 3 farklı tren istasyonu bulunuyor. Şehirlerarası trenlerin büyük bir bölümü ana gar olan Firenze Santa Maria Novela garında duruyor. Bu garın adını Firenze SMN biçiminde kısaltılmış olarak da görebilirsiniz. İtalya'da demiryolu biletlerini www.trenitalia.com adresinden ya da garlardaki otomatlardan alabiliyorsunuz.

Floransa Santa Maria Novela Garı, şehrin tarihî merkezinin 1 km dışında, merkeze yürüyerek 10 ilâ 15 dk uzaklıkta yer alıyor. Eğer çok ağır bavullarınız yoksa bu mesafeyi rahatlıkla yürüyebilirsiniz. Otelinize ya da gezeceğiniz yerlere gitmeden önce garın hemen karşısındaki turist danışma bürosuna uğrayıp şehir haritalarından edinmeyi de unutmayın!

29 Aralık 2015 Salı

Siena

Siena'nın genel görünümü
İtalya'nın Toskana bölgesinde yer alan ve Floransa'dan sonra belki de bölgenin en çok bilinen şehri olan Siena'yı görmeyi çok istiyordum. Fakat görülecek 5 koca şehir, tüm bunları sığdırmak içinse 5 kısa günüm vardı. Bir şeylerden feragat etmek istemiyordum ve Siena'yı gezebilmem için her şeyi saati saatine planlamam, dilini bilmediğim bu ülkede hiç hata yapmamam gerekiyordu.

Nitekim her şey yolunda gitti ve Siena'ya uğrayabildim. Palio denen yarışlarıyla ünlü bu şehre oyunların düzenlendiği yaz aylarında gelebilmeyi çok isterdim fakat çalışan bir insanın yıl ortasında 5 günlük izni bulması bile bir mucize olduğundan fazla hayıflanmadan şehrin tadını çıkarmaya karar verdim.

Ulaşım


Siena'ya, konakladığım Floransa'dan günübirlik gitmeye karar verdim. Olabildiğince hızlı biçimde kenti gezerek, vakit kalırsa yakın yerleşim birimlerinden biri olan, Orta Çağ kasabası San Gimignano'yu gezecektim. Aylardan kasım olduğu için günışığından olabildiğince fazla yararlanmam, güne çok erken başlamam ve hızlı bir tempoda gezmem gerekiyordu. İlk otobüslerden birine atlamak için otelimden sabahın erken saatlerinde ayrıldım.

Floransa'da, Santa Maria Novela Garı'nın yakınlarında yer alan otobüs duraklarını bulabilmek için birkaç kişiye yol sormam gerekti fakat güç de olsa binaların arkasında kalmış cep otogarını buldum. Burası çevre köy ve kasabalara giden bölgesel otobüslerin kalktığı terminal. Siena için biletimi alıp başladım beklemeye. Biraz gecikmeyle de olsa otobüsümüz geldi. Eğer çantanız, bagajınız varsa otobüsün yük bölmesinin kapaklarını kendiniz açıp eşyanızı yerleştiriyorsunuz. Otobüs hareket ettikten sonra sizi yaklaşık 80 dk'lık bir yolculuk bekliyor. Siena'ya vardığınızda otobüs sizi bir meydanda bırakıyor. Dönüş için biletlerinizi buradaki büfelerden alabilir, dönüş otobüsünüzü yine burada bulabilirsiniz. Gideceğiniz yer için otobüs sürücülerinden yardım isteyebilirsiniz. Size hangi peron olduğunu ve saat kaçta geleceğini zaman çizelgesi üzerinden bir güzel gösteriyorlar!

Gezi rotası


Piazza del Campo ve çevresi her daim capcanlı
Ben 13.10'daki otobüsle San Gimignano'ya gitmeyi kafaya koymuştum. Otobüsün saati gelene dek şehri gezip bitirmek için yalnızca birkaç saatim vardı. Bu nedenle hiç vakit yitirmeden başladım gezmeye. İlk işim bir kafede kahvaltı etmek oldu. Şimdi adını unuttuğum, o bölgenin tatlı çöreklerinden yiyerek karnımı doyurdum ve attım kendimi sokaklara!

Siena'nın merkezi hiç kuşkusuz o ünlü yelpaze biçimindeki meydanı, Piazza del Campo. Sözkonusu Palio yarışları da eskiden beri işte bu meydanda düzenleniyor. Meydan, şehrin geçmişteki yönetiminden sorumlu dokuz konseyi temsilen dokuz bölüme ayrılmış gibi tasarlanmış. Her bölümde taşlar farklı biçimde dizilerek bölümlerarası görsel farklılık sağlanmış. Meydanın geçmişi 12. yüzyıla dayanıyor. Meydanda yer alan dikkat çekici yapılar var. Bunlardan ilk Fonte de Gaia denen heykellerle süslü meydan çeşmesi. Gördüğümüz çeşmenin özgün parçaları hava koşulları nedeniyle daha fazla yıpranmasın diye müzeye kaldırılmış. Buradaki 19. yüzyılda yapılan bir kopyası.

Palazzo Publico
Meydanın en heybetli yapısı ise Palazzo Publico yani Halk Sarayı. Günümzde hâlen belediye binası olarak kullanılan bina geçmişte de Siena'nın yönetim merkezi olmuş. Bazı salonlar bugün müze olarak ziyarete açık. Tavan süslemeleri ve freskler nedeniyle görmeye değer. Ancak binanın asıl görülmesi gereken yeri kulesi. Mangia Kulesi denen bu 102 m yüksekliğindeki çan kulesi İtalya'da bulunan en yüksek ikinci kuleymiş. Muhteşem manzaralar sunan kulenin girişi ben gittiğimde her nedense kapalıydı bu nedenle Siena'yı ve Piazza del Campo'yu tepeden görme fırsatım olmadı. Zaten kuleye 505 basamakla çıkıldığını öğrendikten sonra çıkamadığıma üzülmekten çok sevindim!

Piazza del Campo şehrin kalbinin attığı yer demiştim. Bu meydana bağlanan birçok dik sokak ve geçit var. Tüm bu sokaklar ziyaretçilere inanılmaz manzaralar sunuyor. Bir yerden sonra sokak fotoğraflarından fotoğraf makinenizin belleğinin dolduğunu görüyorsunuz. Fakat her sokak öylesine şirin, öylesine tarih kokuyor ki, birini fotoğraflamasanız diğerinin hatırı kalıyor.

İşte bu sokaklardan, Halk Sarayı'nın arkasında kalan kısma inenleri takip ederseniz Piazza del Mercato yani Pazar Meydanı'na geleceksiniz. Yarı Kapalı bir halk pazarının bulunduğu bu noktada kimi günler bizdekilere benzer bir semt pazarı kuruluyor. Buradaki seyir terasından vadilerin, bağ ve bahçelerin fotoğrafını çekebilirsiniz.

Siena Katedrali
Şehirde tüm önemli yapılar, sokak tabelaları gibi ok işaretli levhalarla gösterilmiş. Tarihî sokakların tadını çıkartarak yavaş yavaş Katedral Meydanı'na tırmanabilirsiniz. Burada şehrin tuğla evlerden oluşan ana dokusuyla pek de uyuşmayan siyah beyaz taşlı katedrali bulacaksınız. Fakat bu uyuşmazlığa karşın çok etkileyici bir yapı olduğuna siz de görünce hak vereceksiniz. Gotik tarzda yapılan yapının İtalya'nın en büyük katedrallerinden biri olduğunu sonradan öğrendim. (Bu arada gotik mimari nedir, diğerlerinden farkı nedir vb konularda fikir sahibi olmak isterseniz şu yazımı okumanızı öneririm) Siena Katedrali'ni birtakım eklentilerle aslında dönemin en büyük katedral haline getirmek istemişler fakat 14. yüzyılda Avrupa'yı kırıp geçiren meşhur Veba Salgını nedeniyle şehrin nüfusunun ve parasının yarıdan fazlası yitince, bu sevdadan vazgeçmişler.

Siena Katedrali'nde görülmeye değer pek çok mimari ayrıntı var. Giriş için katedral, vaftizhane, kütüphane ve katedral müzesini kapsayan birleşik biletten satın almanızı öneririm. Kütüphanenin tavanındaki freskleri anlatmaya sözcükler yetmez. Katedralin içindeki ayrıntıları ise görmeyen çok şey kaçırmış sayılır. Vaiz kürsüsünün üzerindeki heykelleri ve yerde bulunan kakma zemin işlemelerini mutlaka görün. Verdiğiniz 12 avroluk bilet parasının en güzel kısmı ise katedralin tamamlanmamış ön cephesi üzerinde yer alan seyir terası. Şehrin mükemmel manzaralarını sunan bu noktada bol bol fotoğraf çekeceğinizden eminim.

Piazza del Mercato
Bunun dışında hemen yakınlarda bulunan Santa Maria della Scala, eskilerde hastane olarak kullanılıyormuş. Şimdiyse içinde kaydadeğer bir resim ve heykel koleksiyonu barındırıyor. Floransa'da geçirdiğim 3 gün boyunca resim ve heykele doyduğum için ben buraya girmemeyi yeğledim. Zaten San Gimignano'ya gitmek için binmem gereken otobüse yaklaşık 1 saat kalmıştı.

Dar, loş ve gün ışığı alamadığı için hafif serin olan tarihî sokaklarda son kez aheste aheste dolaşarak artık eserlerin değil sokakların tadını çıkarmaya başladım. Artık bir yere girmem desem de yol üzerinde denk geldiğim Santa Caterina ve San Domenico kiliselerine girip içeriyi şöyle bir kolaçan ettim. Son olarak otobüsümün kalkacağı noktaya giderken haritam üzerinde de görünen Palazzo Salimbeni'ye uğradım. Ziyarete açık mı kapalı mı olduğunu anlamaya çalışırken güleryüzlü bir görevli beni gördü ve ısrarla içeri davet etti. Eski bir bankanın genel merkez binası olan bu 15. yüzyıl sarayının kimi bölümleri günümüzde müze ve araştırmacılara arşiv olarak hizmet veriyor. Eski kasalar, arşiv kayıtları ve banka eşyası arasında 5 dakika gezindikten sonra hanımefendiye teşekkür ederek binadan ayrıldım ve bir sonraki durağım olan San Gimignano'ya gitmek için otobüsüme bindin.

San Gimignano gezi yazımı ve önerilerimi okumak için buraya tıklayabilirsiniz!




28 Aralık 2015 Pazartesi

San Gimignano

Torre Grossa'dan Kuyu Meydanı ve kasabanın görünümü
 San Gimignano, İtalya'nın Toskana bölgesinde eşsiz siluetiyle ünlü, çok iyi korunmuş bir Ortaçağ kasabası. Adının Türkçe söylenişi San Ciminyano. Toskana gezimin 3. durak noktası olan bu sessiz sakin kasabayı ziyaret edip etmemek konusunda son âna dek kararsızdım. Sonuç olarak ziyaret ettim ve şimdi görüyorum ki çok da isabetli bir kararmış!

Ziyaretimi gerçekleştirdiğim sırada aylardan kasımdı; günler kısa, havalar ise pek iç açıcı değildi. En sonunda şöyle yapmaya karar verdim. Floransa'dan otobüsle Siena'ya geçecek, Siena'yı olabildiğince hızlı gezip hava kararmadan bitirebilirsem dönüşte San Gimignano'ya uğrayacaktım. 1-2 saat bu ufak kasabaya yeter de artar diye düşünmüştüm.

Ulaşım


San Gimignano'nun kuleleri
Öncelikle San Gimignano'ya nasıl gidilir, ondan söz edelim. San Gimignano, Toskana'nın iki önemli şehri Floransa ve Siena'nın arasında, iki kenti birbirine bağlayan yollar üzerinde bulunuyor. Siena'ya biraz daha yakın ve zaten Siena iline bağlı. Kasabada tren istasyonu yok. En yakın istasyon Poggibonsi denen kasabada. Buranın adını ben bir türlü beceremesem de akılda tutmakta yarar var zira giderseniz işinize yarayacak.

Ben konakladığım Floransa'dan sabah saatlerinde yola çıktım. Santa Maria Novela istasyonu yakınlarındaki küçük otogardan Siena'ya doğrudan giden otobüslere bindim. Siena'yı hızlı bir tempoyla gezdikten sonra 13.10'da belediye otobüslerine binerek San Gimignano'ya hareket ettim. 1,5 saat süren sıkıcı bir yolculuğun ardından, saat 14.40'ta küçük fakat bir o kadar da ünlü bir kasaba olan San Gimignano'nun şehir kapısının önünde otobüsten indim.


Gezi rotası


San Gimignano'nun tarihi sokakları
San Gimignano geçmişte kuzey Avrupa'dan gelerek Vatikan'a hacı olmaya giden kafilelerin dinlenme yerlerinden biriymiş. Bu nedenle oldukça gelişmiş ve nüfusu şimdikinin iki katına yani 15.000'lere ulaşmış. 13. yüzyıldan itibaren kentin ileri gelen aileleri günümüze yalnızca 13 adet örneği kalan kuleli saraylar yaptırmakta birbiriyle yarışır olmuşlar. Fakat daha sonra Avrupa'daki veba salgını ve hac rotasının değişmesi nedeniyle kent gerilemeye başlamış ve eski ışıltısını yitirmiş. İkinci Dünya Savaşı'ndan hasar görmeden kurtulan şehir daha sonraları bir turizm noktası olarak öne çıkmış.


Katedral ve iç görünümü
Kent kapısından girdiğinizde önünüze çıkan dar caddede küçük dükkânlar ve kafeler sıralanıyor. Kentin görülmeye değer ilk adresi bu cadde üzerinde, girişten birkaç adım sonra sağınızda kalan binada yer alan İşkence Müzesi (Musei della Tortura). Burada Orta Çağda kullanılan işkence yöntem ve âletleri sergileniyormuş. Ben ne yazık ki kış döneminde kapalı olduğu için ziyaret edemedim. Ama çok ilgi çekici olduğunu itiraf etmeliyim.

Anacadde sayılan bu yolu dümdüz takip ettiğinizde Kuyu Meydanı'na (Piazza della Cisterna) varıyorsunuz. Burada, günümüzde dilek havuzuna dönüşmüş bir kuyu bulunuyor. Doldurulmuş ve üzeri telle kapatılmış kuyunun içinde her ülkeden para bulabilirsiniz. Türk lirası elbette vardı fakat ben 1 lira daha eklemekten geri kalmadım. Güzel dilekler dilemeyi de unutmadım tabii! Oldukça canlı bir meydan olan bu noktada bol bol fotoğraf çektikten sonra kemerli bir yapının altından geçerek bir başka meydana geçiveriyorsunuz. Burası da Katedral Meydanı yani Piazza del Duomo.

Dilek dilemekten de geri kalmadım
Katedral dedik mi gözünüzde öyle görkemli, kocaman bir yapı belirmesin. Oldukça yalın bir dış cephesi olan ufak bir kilise burası. Ama şu yazımda da belirttiğim üzere, bir yapının kilise veya katedral olması boyutuyla değil, Vatikan'ın atamasıyla ilgili. Collegiata denen katedralin dışı ne denli süssüzse içi bir o kadar tantanalı. Eski varlıklı günlerin izini taşıyan iç süslemeler ve duvardaki freskler oldukça etkileyici. İçeride verilen broşürlerden ya da sesli rehberlerden yararlanarak duvarları süsleyen fresklerin içeriğine ilişkin ayrıntılı bilgi edinebilirsiniz. Bileti aldıktan sonra bu sesli rehberler bir kimlik belgesi karşılığında ücretsiz temin ediliyor.

Collegiata'nın hemen yanıbaşında ise Palazzo Vecchio del Podestà yani Eski Saray ve San Gimignano 1300 adlı müze bulunuyor. Ücretsiz gezilebilen bu müze tarihî bir binanın içinde yer almasının yanısıra kentin geçmişiyle ilgili ipuçlarını meraklılarına sunuyor. Gelmişken burada, Palazzo'nun yani sarayın bir parçası olan ve kentin en eski kulesi olan Torre Grossa'ya bilet karşılığında çıkabilirsiniz. 5 avro karlışığında aldığınız kuleye çıkış biletiyle şehrin resim müzesini de de gezebilirsiniz.

Bacaklara biraz acı çektiren kısa bir tırmanışın ardından kendinizi kulenin tepesinde bulduğunuzda, buranın San Gimignano'nun en güzel yeri olduğuna emin olacaksınız. Şehrin panoramik görüntüleriyle fotoğraf makinenizin belleğini doldururken vaktin nasıl geçtiğini anlamayacaksınız bile. Ben öyle çok oyalanmıştım ki, saati gördüğümde diğer yerlere vakit kalmayacak diye korkarak çıktığım merdivenlerden ışık hızıyla indim!

Sanat galerisini vakit darlığınız varsa atlayabilirsiniz.
Dar sokaklardan geçerek rotamı San Mateo Caddesi üzerinden Sant'Agostino Kilisesi'ne çevirdim. Turist rehberlerinde adı geçen bir İsa freskini burada canlı gördükten sonra aynı hızla Diacetto Caddesi üzerinden geri geldim ve Rocca denen kale benzeri yapıya tırmandım. Birkaç fotoğraf çekindikten sonra rehberimde önerilen güzergâhı izleyerek resim müzesine vardım ve kuleye tırmanış bileti alarak giriş hak ettiğim bu sanat galerisini de hızlıca gezdim. Hem müze hem resim galerisi olan bu mekân eğer vakit sıkıntısı içindeyseniz rahatlıkla programdan çıkartılabilir. Zira San Gimignano'nun asıl güzelliği tarih kokan sokaklarında. Orta Çağ dekoruyla hâlen yüzyıllar öncesinde yaşayan bu sokakları adımlarken bir de Kuş Müzesi (Museo Ornitologico) ile karşılaştım; ancak gezimin ölü sezona denk düşmesi nedeniyle bu müzenin de kapısına kilit vurulmuştu. İçeride kentin ileri gelen ailelerinin geçmişte çıktığı avlarda yakalayıp doldurdukları çeşit çeşit kuşlar sergileniyormuş.

Yeme - içme


San Gimignano oldukça küçük bir kasaba olmasına rağmen turistik bir yer olması hasebiyle restoran ve kafeler bakımından oldukça zengin. Anacadde üzerine sıralanmış pek çok dondurmacı da bulunuyor. Ben öğle yemeğimi bir önceki durağım olan Siena'da yediğim için öğle yemeği, aylardan da kasım olduğu için dondurma yemedim. Ama eğer yaz aylarında, mahşerî turist kalabalığının olduğu dönemde giderseniz siz yer bulamadığınız için bir şey yiyememe tehlikesiyle karşılaşabilirsiniz haberiniz olsun!


Şehrin her sokağında fotoğraflanacak bir ayrıntı bulabilirsiniz.


1 Haziran 2014 Pazar

Bellagio

Bellagio, İtalya’nın kuzeyinde, Lombardiya bölgesinde yer alan küçük bir kasaba. Ters bir Y harfini andıran Como Gölü’nin tam orta noktasında, bir burunda yer alıyor. Ulaşması biraz dert ama eğer siz de benim gibi gölleri, göl kıyısındaki yerleşim yerlerini ve yeşil doğayı seven biriyseniz mutlaka Bellagio’yu görmelisiniz.

Milano’ya gelen hemen herkes, denizsiz Milano’nun sayfiye yeri niteliğindeki Como Gölü’nü mutlaka görür. Como Gölü’nün İncisi diyorlar Bellagio’ya. Como Gölü’nün kıyısındaki en büyük kentler Como ve Lecco. İkisi de birer il merkezi ve siz Bellagio’ya her ikisi üzerinden de ulaşabilirsiniz. Lecco’dan günde yalnızca birkaç tekne kalkıyor ama otobüs kullanma şansınız da var. Como’ya göre karayolu daha kısa olduğu için Lecco’dan Bellagio’ya otobüsü öncelikle tercih edebilirsiniz.  Como’dan ise tekneler daha sık kalkmakla birlikte fiyatlar biraz uçuk. 10,50 avro gibi bir fiyatı vardı yanılmıyorsam. Dilenci vapuru gibi kıyıdaki bütün köylere uğradığı için Como’dan Bellagio’ya varması 2 saat sürüyor yaklaşık olarak. Tekneyle yolculuk etmek çok güzel manzaralar sunuyor olmalı ama biz Como’ya kadar özel araçla geldiğimiz için, Bellagio’ya da özel araçla devam etmeye karar verdik.
 
Bellagio, ters Y şeklindeki Como Gölü'nün ortasında yer alıyor*
Bellagio epeyce küçük bir yer olduğundan ve fazlasıyla sapa bir noktada bulunduğundan, demiryolu ulaşımı yok. Ya karayoluyla tehlikeli ve pek keskin dönüşleri olan dar dağ yollarını kullanacaksınız; ya da tekneleri. Araçla giderken, biraz da bölgenin yabancısı olduğumuz için ziyadesiyle tedirgin olduk. Yollarda çok keskin dönüşler var. Yer yer uçurumların yanıbaşından geçiyorsunuz. Yollar dar mı dar. İki araç yan yana geçerken biri yol vermek zorunda kalıyor bazen. Tabii bu durumda hız da yapılamıyor. 30 kilometrelik yolu yaklaşık 1 saatte alarak Bellagio’ya varıyoruz.

Aracımızı iskelenin hemen arkasındaki açık otoparka bırakıp yürümeye başlıyoruz. Burası da fazlasıyla gösterişli bir yer. Binalar çok şık ve bakımlı. Binaların altında kafeler, restoranlar var. Sahil kısmında açıkhavaya da masa ve sandalyeler koyulmuş ama günün bu saatinde hepsi boş. Herhalde tekne iskeleye uğrayıp –çoğunluğu turist olan- yolcularını bırakınca biraz şenlenir etraf.

Bellagio'nun şirin sokakları
Sahil boyunca yürüdüğümüz cadde bitince, bir binanın altına açılmış geçitten geçerek Giuseppe Mazzini Meydanı’na varıyoruz. Buradaki restoran ve dükkânlar çok güzel. Durmayıp devam ediyoruz. Bellagio’ya manzara izlemek için geldik. Yemek için Como’ya geri döneceğiz çünkü. Derken yol hafiften kıvrılmaya de dikleşmeye başlıyor.

Villaların arasındaki daracık yollardan geçerek, varmak istediğimiz yere, burnun en uç noktasına varıyoruz. Burada ufak bir çekek yeri ve balıkçı sığınağı var. Taştan yapılma şık bir mendirek bulunuyor. Ucunda seyir yeri var. Bellagio’da en sevdiğim yer burası oldu. Fotoğraf çektikten sonra biraz dinleniyor ve gerisin geri yürümeye başlıyoruz.

Burunun en uç noktasındaki seyir terası

Balıkçı barınağı ve taş mendirek
Bellagio çok dağınık. Yerleşim bir yerde yoğunlaşmış değil. Burnun sağ kıyılarında da mahalleler var. Aldığımız broşürde tüm mahalleleri dolaşan 2 saatlik bir yürüyüş rotası önerilmiş ama biz bunu yapmayacağız. Arabamıza atlayıp buraları araçla geçeceğiz –görülmeye değer bir şey varsa durmak koşuluyla!

Geri dönüşte aynı sokaklardan geçmeyip, ara sokaklara saptık. Merdivenli, çok şirin, dar sokaklar vardı. Bellagio’nun da çok zengin bir yer olduğunu söylemiştim. Bu küçük kasabada bile ünlü ve lüks İtalyan markalarının mağazaları var. Yöresel ürünler satan dükkânların vitrinlerinde kurabiyeler ve İtalya’nın meşhur limon likörleri limoncellolar sıra sıra dizilmiş. Yemeği Como’da yiyecektik ama evyapımı kurabiyelere karşı koyamayıp birer tane aldık. Değişik değişik evler, villalar, kilise ve sokaklar görerek aracımızı bıraktığımız yere geldik.
 
Bellagio'nun apartmanları
Kasabanın çok hoş bir dokusu olmakla birlikte, çok çarpıcı “aman Allahım!” dedirtecek güzellikte bir eseri yoktu –burundaki manzara dışında. Arabamızla kasabanın diğer uzak mahallelerinden de geçtik. Görülmeye değer bir şey varsa duracaktık fakat bizi durduracak bir şeye rastlamadık. Yol üstünde ufak bir kilise ve zeytin ağaçları gördük. Ben yanlış mı gördüm acaba diye tereddüt ettimse de bulunduğumuz mahallenin adının Oliverio (Zeytinlik) olduğunu görünce emin oldum. Sonra eve varınca bu iklimde zeytin nasıl yetişir diye İnternete bakınca gördüm ki, burası Avrupa’da zeytin yetiştirilen en kuzey noktaymış. Şaştım kaldım!    


Bellagio’da bir de Denizcilik Âletleri Müzesi (Museo degli Strumenti per la Navigazione) varmış elimizdeki broşürün söylediğine göre fakat biz girmedik. Bellagio’da geçirdiğimiz vakit hepi topu 2 saatti. Bizim bolca vaktimiz olduğu için gezimize dâhil ettik. Fakat turistik olarak mutlaka görülmesi gereken bir yer değil. Size sunacağı, daha ziyade doğal güzellik. Ama eğer aradığınız buysa, mutlaka uğrayın! 

San Giacomo Kilisesi

"Dar" sıfatını sonuna kadar hak eden sokaklar

Como

Como, İtalya’nın kuzeyinde Lombardiya Bölgesi’nde yer alan küçük bir şehir. İsviçre sınırına çok yakın. Aynı adlı güzel manzaralı bir gölün kıyılarında kurulu. Doğa tutkunu zenginlerin ve seyahatseverlerin sıkça uğradığı bir yer Como. Sanırım Milano’ya yakın olması ve İtalya içinde bu kadar ünlü olması nedeniyle, Türk turistler de rağbet ediyor.

Ben Lecco’da yaşayan bir arkadaşımı ziyarete gelmiştim. Lecco’yu da Como’yu da iki kez ziyaret ettim sayesinde. Bir kez kiraladığımız özel araçla; bir kez de trenle geldik Lecco’dan Como’ya. Como’nun merkeziyle yetinecekseniz otobüs, tren gibi toplutaşıma araçları uygun. Como çevresine açılmak, diğer küçük köyleri ve şehirleri de görmek, muhteşem dağ manzaralarının keyfini sürmek istiyorsanız özel araç o kadar iyi bir fikir ki!

Como sokaklarının çoğu yayalaştırılmış

Como’ya en yakın iki uluslararası havalimanından biri Milano’da, biri Bergamo’da. Milano’dan trenle kısa sürede Como’ya uluşabilirsiniz. Milano’dan Como’ya yarım saatte bir tren var. Tren biletleri 4,55 avro. Şehrin merkezinde iki tren istasyonu var. Milano’dan gelenler ikisinde de duruyor. Ama iki hat da farklı köy ve kasabalardan geçerek geldiği için yolculuk süreleri değişiklik gösteriyor. Milano Porta Garibaldi’den her yarım saatte bir Como San Giovanni’ye tren var.  1 saat sürüyor. Milano Centrale’den Como San Giovanni’ye ise sanırım her saatte 1 sefer var. 35 dakika sürüyor. Bir başka seçenek de Lugano ( İsviçre) üzerinden gelmek.

Como yaklaşık 80 bin nüfuslu, zengin mi zengin bir şehir. Şehrin zenginliği insanların giyim kuşamından ve yazlık villaların görkeminden anlaşılıyor.

Como, tarihî yapılarından ziyade doğal güzellikleriyle öne çıkıyor. Ters Y biçimindeki muhteşem Como Gölü insanın ömrünü uzatır ömrünü! Bu nedenle olacak ki, denizsiz Milano’nun zenginleri hep burada yazlık evler yaptırmışlar. Şehirde görülmesi gereken çok fazla tarihî eser yok. Var olanlar içinde en önemlisi Como Katedrali. 1396’da yapılmaya başlanan katedralin yerinde eskiden küçük bir kilise varmış. Katedralin yapımı çok uzun sürmüş. Her köşesi başka bir yüzyılda yapılmış. Tümüyle bitmesi 1740 yılını bulmuş.

Como Katedrali ve yanındaki saat kulesi

İç süslemeleri oldukça güzel. Ama en hoş detay, içeride sergilenen, en önemli dillerde yazılmış tarihî dua levhalarıydı. Aslında bunlar tarihî değil. Birer replika. Aslı başka bir kilise de duvara asılıymış. Hz. İsa’yı öven ünlü Pater Noster duası yazılı üstlerinde. Bu diller arasında Türkçe de vardı. Levhaların yazıldığı dönemde Arap harflerini kullandığımız için dua da Arap harfleriyle yazılmıştı. Eski Türkçeyi az çok okumayı bilsem de tamamını çözemedim:

Bizim babamız ki göklerdesin,
Senin adın mukaddes olsun
Senin melek??n gelsin
Senin iraden olsun…


Como Katedrali'ndeki Türkçe levha

Katedralin hemen yanında eski belediye binası var. Bir kısmı katedrali genişletmek için yıkılmış. Binanın bir saat kulesi var. Katedralle o kadar iç içe ki, uzaktan bakıldığında katedralin bir parçası gibi görünüyor.
Katedralin hemen arkasında Teatro Sociale var, yani halk tiyatrosu. Dışı neoklasik üslûpta. İçine giremedim ama içi çok güzelmiş. İtalyanca bilmek, burada bir oyun izlemek isterdim.

San Fedele Bazilikası 6. yy’da yapılmış, 11. yy’da yenilenmiş. Şehrin en eski mabetlerinden. Bir diğer önemli mabet Sant’Abbondio Kilisesi. Piazza Medaglio d’Oro’da şehrin arkeoloji müzesi var. Şehrin resim müzesi de oldukça zengin bir koleksiyona sahip. 14. yy’dan kalma eserler var.

Şehrin surları yer yer iyi korunarak günümüze ulaşmış. Surların kalıntılarından Porta Torre şehrin en ilginç yapılarından. 1192’de yapılmış.

Şimdilerde tek başına kalan Porta Torre , bir anıt gibi meydanda dikiliyor

Bir diğer önemli adres de İpek müzesi. Como, İtalya’nın Bursa’sı. İpeği çok ünlü. Tempio Voltiano ise pilin mucidi Volta’nın mezarına, eşyalarına ve en eski pil örneklerine ev sahipliği yapan bir müze.  Göl kıyısında çok güzel manzaralı bir yerde bulunuyor.

Aslına bakarsanız, bunların hiçbirini görmeseniz de olur. Como’nun sokaklarında gezmek bile tadına doyulmaz bir deneyim. Daracık ve ışıl ışıl sokakları var. Tüm sokaklar âdeta bir alışveriş merkezi havasında. Lüks İtalyan markalarının yanı sıra, dünyaca ünlü markaların mağazaları da var.  

Zaten Como’ya tarihî eser, müze falan görmeye değil; doğayla bütünleşmeye, temiz hava almaya gitmeli… Como’da yapabileceğiniz en güzel etkinlik gölde bir tekne turuna çıkmak olur herhâlde. Bellagio ve Lecco mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Como’da konaklama konusunda pek bir fikrim yok. Zaten gelenler Milano’dan günübirlik geldikleri için Milano’nun daha çeşitli ve daha uygun fiyatlı konaklama seçeneklerinden yararlanabilirsiniz. 

Katedralin hemen arkasındaki Teatro Sociale

Como doğasının keyfini sürmek için yapılabilecek en iyi şeylerden biri göl boyunca yürüyüş yollarında yürümek. Karşı kıyının yüce dağlarını izlemek insana nasıl huzur veriyor… Eğer yaz mevsiminde gittiyseniz, gölün plajlarında suya da girebilirsiniz. Benim her iki ziyaretim de kış mevsimine denk gelmişti.

Como’da mutlaka yapılması gereken bir şey de, fünikülerle Brunate köyüne çıkmak. İstanbul’daki fünikülerden biraz farklı olan bu araç, çok daha dik bir tepeyi aşıyor ve yer üstünden gidiyor. Yolculuk 7 dakika sürüyor. Öğrenci tarifesi var.  Brunate nefes kesen bir manzaraya sahip. Yukarıda çok zengin villalar var. Gölü yukarıdan neredeyse dik görüyor. Buradan 45 dakikalık bir yürüyüşle Volta Feneri'ne de gidebilirsiniz.

Brunate köyünden Como manzarası

Bu yazıda kullanılan bazı görseller https://commons.wikimedia.org/wiki/Category:Como adresinden alınmıştır.

7 Eylül 2013 Cumartesi

Padova

Padova'dayız. Burası Veneto bölgesinde, Milano'yla Venedik'i birbirine bağlayan kara ve demiryollarının güzergâhı üzerinde yer alan 215 bin nüfuslu bir şehir. Dünyaca ünlü bir üniversitesi var. Üniversitenin İngilizce adı University of Padua olduğu için şehre Türkçede Padova yerine Padua diyenler var.

Padova, Verona ve Venedik kadar olmasa da çok sayıda tarihî esere evsahipliği yapıyor. Öncelikle Padova'ya nasıl gidilir onu belirteyim. Padova'nın havalimanı yok. En yakın havalimanı Venedik'in Marco Polo'su. 55 km uzaklıkta. Venedik'e, Bolonya'ya ya da Verona'ya giderseniz Padova'ya demiryolunu kullanarak rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Trenle Venedik'e 30 dk, Verona ve Bolonya'ya ise 1 buçuk saat uzaklıkta.

Biz bir önceki durağımız olan Vicenza'dan bölgesel trenle 25 dakikada geldik. 3,5 avro gibi uygun bir fiyata bilet aldık ama siz yüksek hızlı tren kullanarak 15 dakikada da gelebilirsiniz. Tabii biletler daha pahalı. Gar ile şehir merkezi arası çok uzak değil ama yürümek istemezseniz garın hemen önünde bir tramvay durağı var. Kentin tek tramvay hattı. Kuzey-güney doğrultusunda. Şehir merkezine gitmek için Capolinea Sud yönüne giden tramvaylara binmeniz gerekiyor. Eğer şehri hakkını vererek gezmek istiyorsanız PadovaCard almanızı öneririm. Bu kartla bir yetişkin ve 14 yaş altı bir çocuk şehrin en önemli 10 yapısına 1 kez ücretsiz giriş hakkı satın almış oluyor. Kartın ücreti 2013 yılı itibarıyla 16 avro.

Scrovegni Şapeli'nin içinden bir görünüm
Tramvaya binerseniz hemen bir sonraki durak olan Eremitani'de inip eski bir manastır ve inziva yeri (hermitage) olan ve günümüzde arkeoloji müzesi olarak kullanılan binayı ve  Scrovegni Şapeli'ni görebilirsiniz. PadovaCard ile giriş her biri için ücretsiz. Manastır'ın  Giardini dell'Arena (Arena Bahçesi) dedikleri çok büyük bir bahçesi var. Arkeoloji müzesinde tarihöncesi dönemlerden ortaçağa, hatta günümüze kadar uzanan geniş bir yelpazede tarihî nesneler sergileniyor. Bahçeye Arena Bahçesi denmesinin nedeni bahçenin eskiden arena olarak kullanılan yapının yerinde kurulmuş olması. Çevrede arenanın kalıntılarını görebilirsiniz. Gelelim Scrovegni Şapeli'ne... Bence şehrin en ilgi çekici yapısı bu. İçeri giriş oldukça meşakkatli. Önceden rezervasyon yaptırmadıysanız çoook uzun süre giriş için kuyrukta beklemeniz gerekiyor. Size tavsiyem sitesine girip PadovaCard satın almanız ve ziyaret etmeyi düşündüğünüz gün için önceden rezervasyon yaptırmanız. Aynı gün için rezervasyon yapılamıyor. En az 24 saat sonrası için rezervasyon yapabiliyorsunuz. Seçtiğiniz saatten 5-10 dakika önce girişte olmanız gerekiyor. Kartınızı gösterip içeri girdiğinizde hemen şapeli ve eşsiz fresklerini göreceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Önce sırt çantalarınızı, kameralarınızı varsa yiyecek ve içeceklerinizi bırakmanız ve ısısı sabitlenmiş bir odada 5 dakika beklemeniz gerekiyor. Vücut ısınızın içerideki fresklere zarar vermemesi için bu klimalı odada vakit geçirirken şapelle ilgili kısa bir video izleyeceksiniz. İçeri aynı anda en fazla 25 kişi alınıyor. Geç kalırsanız, bilet yanar. Rezervasyon yaptıktan sonra giriş saatini değiştirmek mümkün değil. Yeniden para ödeyip bilet almanız gerekiyor. Bu kadar kural ve formalite bana fazla gelse de, içerideki fresklerin sanat tarihi açısından önemine bakılırsa az bileymiş. Freskler harika, ona söylenecek bir söz yok. Arena Bahçesi'nden çıktığınızda yolun karşı yakasında bir başka müze olan Palazzo Zuckermann var.

Şehirlerin önemli yapılarından biri kuşkusuz katedrallerdir. Ama Padova'da öyle değil. Sant'Antonio Bazilikası'na kıyasla oldukça sönük burası. Ponti Romani durağında inerek kısa bir yürüyüşün ardından katedrale varabilirsiniz.  Katedralin önünde Piazza Duomo dedikleri Katedral Meydanı var. Katedralin meydana bakan cephesi son derece yalın ve süssüz. Ama iç süslemelerinin bir kısmında Michelangelo imzası var. Öğlenleri kapalı oluyormuş. Katedrale giriş ücretsiz, yanındaki vaftizhaneye ise ücretli (PadovaCard ile ücretsiz) İçeride 14. yüzyıldan kalma çok değerli freskler var.

Palazzo della Ragione
Katedralin hemen yakınında Palazzo della Ragione var. Tramvay durağından inip Katedral'e yürürken büyük olasılıkla önünden geçeceksiniz. Zemin katlarında dükkânlar, içinde ise fresklerle süslü büyük bir sergi salonu bulunuyor. PadovaCard ile ücretsiz girilen yapılardan.  Eskiden mahkeme binası olarak kullanılıyormuş. Önü tam bir pazaryeri gibi. Balıkçılar, kasaplar, manavlar, peynirciler...

Sant'Antonio Bazilikası
Tekrar tramvaya dönüp biraz daha aşağılara gidiyoruz. Santo durağı. Burada Sant'Antonio Bazilikası var. Şehrin Katedralinden daha büyük. Aziz Antonio'nun ölümünden hemen sonra yapılmaya başlanmış. Hıristiyanlar için şehirdeki en önemli yapı bu çünkü bazilikanın içinde Aziz Antonio'nun kabri ve bazı özel eşyaları sergileniyor. Buraya gelen Hıristiyanlar -İslam'daki Hac konseptine pek benzemese de- hacı olmuş sayılıyor. İçeri giriş ücretsiz. Aman dikkat. Biz gittiğimizde içeride bir ayin vardı ve inanılmaz kalabalıktı. Bazilikanın özellikle bir bölümünde dindarların önüne geçip el-yüz sürdüğü, gözyaşı döktüğü bir bölüm vardı. Meğerse bunlar işte bu Aziz Antonio'nun eşyalarıymış. Önünde büyükçe bir meydan var ama bazilikanın süslü ön cephesi biz gittiğimizde restrorasyondaydı.

Prato della Valle
Bazilikaya yürüme mesafesinde dünyanın en eski botanik bahçesini görebilirsiniz. Elimdeki rehberin söylediğine göre İtalya'nın en eski ikinci üniversitesi olan Padova Üniversitesi'nin tıp fakültesi tarafından ilaç üretiminde istifade edilen değişik ot ve bitkilerin yetiştirildiği bir bahçe olarak 1545 yılında oluşturulmaya başlanmış. İçinde dünyanın dört bir yanından bitkiler var. Çok büyük değil ama görülmeye değer. Hazır buraya kadar gelmişken Avrupa'nın en büyük meydanı Prato della Valle'yi görün. Çevresi her daim canlı. Özellikle şehrin gençleri günün her saati burayı dolduruyor. Çimlerde sere serpe uzanan insanlar, oynayan çocuklar insanın içini açıyor.

Bu arada Padova aslında surlarla korunan bir şehirmiş. Bölüm bölüm günümüze ulaşmış. Surların görünümü kabaca bir üçgen teşkil ediyor. Şehir merkezi üçgenin tam ortasında. Merkezden çok uzaklaşmadığımız için surları hiç görmedik. İlginiz varsa biraz açılıp görebilirsiniz. Şehrin bazı caddeleri yayalaştırılmış ve ünlü markaların mağazalarına evsahipliği yapıyor. Caddelerde gezmek bir şey almasanız da çok zevkli. Şehrin içinden akarsu da geçiyor. Bacchiglione Irmağı, üzerindeki köprüler ve kıyılarındaki yeşil alanlar görmeye değer manzaralar sunuyor.

Kuşkusuz Padova'da daha görülecek çok şey var ama vakit geç olmadan trenimize binip Venedik'e yol almalıyız. Padova'ya günübirlik gitsek de az şey görmedim. Ama gezimin üzerinden epeyce uzun vakit geçtiği için bazı şeyleri hatırlayamıyorum. Aradan geçen 3-4 ay bazı ayrıntıları silmiş. Bundan sonra yazmak için bu kadar ara vermeyeceğim :)

Padova ulaşılması kolay ve gezmesi zevkli bir şehir. Ama bir Milano, bir Venedik, bir Verona değil. Zaman sıkıntısınız varsa görmeseniz de olabilir.

5 Eylül 2013 Perşembe

Vicenza

Castello Meydanı'ndan kule ve şehir kapısı
Vicenza, İtalya'nın kuzeydoğusunda küçük bir şehir. Nüfusu 115 bin dolaylarında. Bu yazımda Vicenza'ya nasıl gidilir, Vicenza'da ne yapılır onu anlatacağım. Vicenza'nın adı İtalyancada (Viçentza) biçiminde teleffuz ediliyor. Milano ve Venedik'i birbirine bağlayan kara ve demiryollarının güzergâhı üzerinde kaldığı için ulaşımı son derece kolay. Trenle Verona'ya 1 saat, Padova'ya 25 dakika, Venedik'e 1 saat 15 dakika uzaklıkta. Biz de Vicenza'ya Verona üzerinden trenle geldik.

Süssüz bir istasyonda trenimizden indik. Çıktığımızda bizi genişçe bir açık alan karşıladı. Burası Campo Marzo dedikleri (Fransa'daki Champs de Mars Parkı ile adaş) büyük bir çayır, yeşil alan. Güzel havalarda genç yaşlı birçok İtalyan bu çayırda sere serpe uzanıp güneşleniyor ve vakit geçiriyor. Gardan çıktığımızda şehir merkezine gitmek için izlememiz gereken yol Viale Roma, yani Roma Caddesi. Bizde nasıl her Anadolu şehrinde bir İstanbul Caddesi varsa, neredeyse her İtalyan şehrinde de bir Roma Caddesi var!

Roma Caddesi'nin bitiminde Gasperi Meydanı'na varıyoruz. Meydanın hemen sağında şehre girilen kapı var. Buraya Porta Castello (Kale Kapısı) deniyor. Zira yanıbaşında bir kalenin kalıntısı olan gözlem kulesi var. Bu kırmızı tuğladan yapılma, dörtgen planlı, yüksek ve kalın bir kule. Kuleye çıkmak mümkün mü bilemiyorum. Kapıdan girince birkaç adım atıyoruz ve bir başka meydanda buluyoruz kendimizi: Piazza del Castello'da (Kale Meydanı). Şehrin ana alışveriş caddesi buraya bağlanıyor. Bir nevi çarşı. Bu caddenin adıysa Corso Palladio. Corso adını anacaddeler için kullanıyorlar. Bu cadde üzerinde yer alan çok sayıda mağazada, lüks İtalyan ve dünya markalarını bulabilirsiniz. Cadde ve bu caddeye bağlanan sokaklar büyük ölçüde trafiğe kapalı. Ama arada sırada araç görmek mümkün. Anacadde dediysem aklınıza geniş bir yol, iki tarafı ağaçlı bir yer gelmesin. Bu cadde aslında daracık. Başları biraz tenha olsa da ilerledikçe canlanıyor. Baştan sona uzunluğu 700 metre. Castello Meydanı'nda başlayan bu çarşı caddemiz yine bir meydanda, Matteotti Meydanı'nda sona eriyor. Bu meydana geldiğinizde mutlaka turizm ofisine uğrayın ve şehrin ücretsiz haritalarından ve ilginizi çeken broşürlerden alın. Meydana gelirken yol üstünde onlarca güzel yapı var. İtalyanların mecazi anlamda Palazzo (Saray) dedikleri bu yapılar bir saray kadar olamasalar da saray yavrusu olacak derecede hoşlar gerçekten de!

Teatro Olimpico'nun ünlü sahnesi
Caddenin bağlandığı meydana dönecek olursak, burada şehrin en ilgi çekici yapılarından Teatro Olimpico var. Bu tiyatronun dünyanın en eski kapalı tiyatrosu ve günümüze kalan 3 Rönesans dönemi tiyatrosundan biri olduğu söyleniyor. Onu ünlü kılan bir başka özelliği ise üç boyutlu sahne tasarısı. Bir göz yanılması yaratarak fonda şehrin sokakları bir meydana (bu meydan sahne oluyor) bağlanıyormuş izlenimi veriliyor. Süslemeler inanılmaz güzellikte. Oturma yerleri ise bir o kadar mütevazi.

Tiyatroya giriş ücretli fakat biz Vicenza Card alıp tiyatro ve diğer müzelere teker teker bilet almaktan kurtulduk. Tam 8,5 indirimli 6,5 avro. Tiyatrodan çıkınca meydanın öbür ucundaki Pinacoteca Civica di Palazzo Chiericati adı verilen bir resim müzesi var. Bu müzeden aklımda kalan şey, çok sıcak davranan müze görevlileri. Bize duvarların yanısıra tavanları da izlememizi tavsiye ettiler. Gerçekten nefis tavan bezemeleri vardı.

Haritamıza bakıp bize en yakın eseri arıyoruz. Santa Corona Kilisesi, Gallerie di Leoni Montanari ve Doğal Tarih Müzesi gözümüze çarpıyor. Kilise kapalıydı fakat müzeye ve resim galerisine kartımızla ücretsiz giriyoruz. Eğer kilise açıksa siz mutlaka görmeye çalışın. Hıristiyanların Hazreti İsa'nın başına geçirildiğine inandığı dikenli tacın bazı parçalarının burada saklandığına inanılıyor.

Palladio Bazilikası ve Signori Meydanı
Şehrin anacaddesine de adını veren ve şehirdeki pek çok yapıda imzası bulunan Andrea Palladio'nun eseri olan Palazzo Barbaran'ı da gördükten sonra ara sokakları adımlayarak şehrin ana meydanı olan Piazza dei Signori'ye varıyoruz. Meydanın en görkemli ve en önemli yapısı Basilica Palladiano (Palladio Bazilikası). Bazilika mimari özellikleriyle dikkat çekiyor. Özellikle beyaz mermerden yapılma locaları daha sonra pek çok mimari esere esin kaynağı olmuş. Ücretsiz çıkılıp gezilebiliyor.

Şehir küçük, Vicenza'da görülecek şeyler bitmek üzere. Katedrali görmeyi sona bırakmıştık. Yine dar, şık ve tarih kokan sokaklardan geçerek Piazza Duomo'ya (Katedral Meydanı) gidiyoruz. Şehrin katedrali kırmızı tuğladan yapılma, turkuvaz kubbeli sade bir yapı. İçeriyi gezdikten sonra meydanın karşısındaki Piskoposluk Müzesine (Museo Diocesano) giriyoruz ve bu Vicenza gezimizin son durağı oluyor. Geldiğimiz yoldan gara dönerek Padova trenini beklemeye koyuluyoruz.

Verona'dan Venedik'e giderken yolumuzun üstündeki iki şehri Vicenza ve Padova'yı da görmeye karar vermiştik. Vicenza bir günde gezilebilecek bir şehir. Biraz acele ederseniz birkaç saatte bitebilir. Kesinlikle çok şirin bir şehir ama İtalya'da mutlaka görülmesi gereken türden değil. Vakit sıkıntınız varsa es geçebilirsiniz.

Monte Berico'da şehrin genel görünümü


2 Eylül 2013 Pazartesi

Verona

Adige Irmağı, Ponte Pietra ve Katedral
Romeo ve Juliet'in, tarihin ölümsüz iki âşığının şehri Verona! Baştan söyleyeyim: Verona İtalya'nın en güzel kentlerinden biri. Görülmemesi büyük eksiklik olur. Gardaland'da geçirdiğimiz bir günü saymazsak Verona'da dolu dolu iki gün geçirdik. Ama bana sorsanız uzun yıllar Verona'da kalabilirdim!

Verona'ya nasıl gidilir, önce bunun yanıtını vereyim. Verona konum itibarıyla oldukça iyi bir noktada: Milano ve Venedik arasında. Venedik'e biraz daha yakın. Hızlı trene ya da bölgesel trene binmenize göre Milano ve Venedik'ten Verona'ya 1,5 ilâ 2 saatte gelebilirsiniz. Tren yolculuğu Bolonya'dan ise 50 dakika ile 1,5 saat arasında sürüyor. Şehrin 12 km dışında uluslararası uçuşların yapıldığı bir havalimanı da varmış ama Türkiye'den Verona'ya doğrudan uçuş yok. Şehrin iki garı bulunuyor: Porta Nuova ve Porta Vescovo. Şehrin merkezine yakın olanı Porta Nuova. Bölgesel trenler her ikisinde de durduğu için inerken dikkat edin. Bir karışıklık olmasın. Hızlı trenler ile bölgesel trenler arasında süre farkı genelde yarım saat oynuyor. Ama hızlı trenlerin fiyatları genelde iki kat daha pahalı. Bölgesel trenlerde bilet almadan kaçak yolculuk yapanların sayısı çok fazla. Hızlı trenlerde ise denetimler biraz daha sıkı.

Verona'nın tarihî şehir merkezi çok güzel bir noktada kurulmuş. İtalya'nın en büyük ikinci akarsuyu olan Adige Irmağı'nın (Kafkasya Adige'siyle bir ilgisi yok, bu 'Adice' diye okunuyor) geçtiği bir bölgede bulunuyor. Irmağın büyükçe bir menderes yaptığı yerde, kabaca bir üçgen içinde yer alıyor. Bu hâliyle üç yanı suyla çevrili bir kaleyi ya da Suriçi İstanbul'unu andırıyor. Şehrin kara tarafıysa yine İstanbul gibi surlarla çevrili. Bu surların büyük bölümü iyi korunarak günümüze değin ulaşmış.

Trenden indiğinizde bu şehir surlarının hemen dışında, şehre giriş kapılarından birinde buluyorsunuz kendinizi. Şehir merkezine uzaklığı 1,5 km. Yürünemeyecek bir mesafe değil ama yükünüz varsa taksi tutmayı ya da otobüse binmeyi düşünebilirsiniz. Şehirde tramvay ya da metro yok. Biz gar-şehir merkezi arasını 15 dakikadan kısa bir sürede yürüyerek aldık ve şehirde kaldığımız süre boyunca toplu taşımayı hiç kullanmadık. Verona gibi her sokağı açıkhava müzesi görünümünde olan bir şehrin tadına ancak sokaklarında yürüyerek varabilirsiniz.
Porta Nuova (Yeni Kapı)

Porta Nuova'dan (Yeni Kapı) girip karşınıza çıkan düz caddeyi izlediğinizde doğruca Bra Meydanı'na (Piazza Bra) varıyorsunuz. Burada ilk iş turizm ofisine girip ücretsiz şehir planları ve broşürlerden edinin. Basit ve kullanışlı bir harita yapmışlar. Harita üzerinde dört ayrı gezi rotası önerilmiş. A rotası, şehrin çekirdeği sayılabilecek en merkezî semti size gezdirecek. B rotası, sizi şehrin ucuna ve ırmağın öteki yakasına da geçirecek. C rotasıyla merkezden biraz uzaklaşacak ama ırmak kıyısı boyunca bir yürüyüş ve iç caddelerde bir gezinti yapacaksınız. Dördüncü ve son öneri olan D rotasıysa tümüyle ırmağın öte yakasındaki Verona'yı görmeye yönelik. Şaşırtıcı bir şekilde burası da en az Verona'nın içi kadar güzel. Tepelik olan bu semtlerden Verona'nın  nefes kesen güzellikteki manzarasını izleyebilirsiniz. Bizim kaldığımız pansiyon da bu yakadaydı.

Şehir Roma İmparatorluğu döneminden kalma sayısız esere ev sahipliği yapıyor. Rönesans dönemi izlerini taşıyan dinî yapılar ve evlerle Verona eşsiz bir dokuya sahip. Çoğu şehrin aksine Verona'da dinî yapılara da giriş ücretli. Bu nedenle şehrin önemli yapılarına ücretsiz giriş kolaylığı sağlayan VeronaCard'ı almanızı hararetle tavsiye ederim. 48 saat geçerli kartın fiyatı 15 avro. Tek tek bilet almaya kalkarsanız toplamda yaklaşık 45-50 avroluk bir miktarı gözden çıkarmanız gerekebilir. Girmek istediğiniz eserlerin kapısında görevliye kartınızı uzatıp işaretletmeniz yeterli, başka bir ücret ödemiyorsunuz.

Arena'nın dış duvarları biraz bakımsız kalmışsa da iyi korunmuş
Şehrin en görkemli yapıtı hiç kuşkusuz İ.S. 1. yüzyılda yapılmış amfitiyatro. İtalyanların Arena adını verdikleri bu elips biçimli taş yapı günümüze ulaşan en büyük 3. antik tiyatroymuş. 1117 yılında meydana gelen şedit bir depremde bazı kısımları yıkılmış ve yeniden yapılmamış. Dışarıdan biraz yıprak görünse de hâlâ etkin olarak kullanılıyor. Giriş ücreti 6 avro fakat biz Verona Card'ımızla giriyoruz. Dehliz gibi koridorlardan geçip giriş kapılarının birinden geçerek oturakların bulunduğu alana çıkıyoruz. Tarihî bir eser olmasına rağmen İtalyanlar tiyatronun içini cart kırmızı oturaklarla ve fonla donatmış. Kocaman modern bir sahne tiyatronun bir ucunu tamamen kaplamış durumda. Şehirde düzenlenen opera şenlikleri ve konserler bu yapıda gerçekleştiriliyormuş. Özellikle geleneksel opera şenliğinin yapıldığı dönemde tıklım tıklım oluyormuş. Birkaç basamak tırmanıp yüksek oturakların olduğu yere çıkınca hem tiyatroyu daha iyi görüyorsunuz hem de şehri yüksekten gözlemleme fırsatı buluyorsunuz.

Castelvecchio: Kale, köprü ve meşhur 'm' biçimli mazgallar
Amfitiyatrodan ayrılıp A rotasını takip ederek kenti keşfe koyulmaya karar verdik. A rotasının ikinci durağı Castelvecchio (Eskikale) dedikleri ortaçağdan kalma kale. Kırmızı tuğladan yapılmış yapı büyüleyici görünüyor. Verona Card ile ücret ödemeden girip kale duvarları üzerinde yürüyoruz. Surların her tarafı Verona'nın simgesi hâline gelen lâle/üçgen biçimli mazgallarla kaplı. Verona'da her yapıda bu mazgallara rastlayabilirsiniz. Burada elbette savunma amaçlı kullanılıyor ama diğer yapılarda tek amaç dekorasyon. Kale duvarları ve kaleyi şehrin karşı yakasına bağlayan tarihî Castelvecchio Köprüsü üzerinde bolca fotoğraf çekindikten sonra kalenin içinde bulunan müzeyi gezmeye karar verdik. Müze ünlü İtalyan ressam ve heykeltıraşlarının eserlerini barındırıyor. Bir yandan sanat, diğer yandan mimari ziyafeti.

Rotamızda ilerlerken gördüğümüz San Lorenzo (8. yy) ve Santi Apostoli (5. yy)  kiliseleri daha sonra göreceklerimize oranla oldukça sade iki İtalyan kilsesi. Porta Borsari Caddesi boyunca ilerlerken caddeye adını veren Borsari Kapısı'nı da görüyoruz. Bu da tam önünde fotoğraf çekinmelik. Caddenin ucu Erbe Meydanı'na bağlanıyor. Erbe Meydanı trafiğe kapalı, ortasında onlarca tezgâh kurulmuş. Bu tezgâhlarda elişi ya da seri üretim çeşit çeşit inci-boncuk ve hediyelik eşya satılıyor. Çoğu Verona'ya özgü şeyler. Mutlaka sevdiklerinize uygun bir şeyler bulacaksınız. Alışverişten fırsat bulduğunuzda meydanı çevreleyen tarihî konutlara da bir bakın. Büyüleneceksiniz. Ama durun, daha büyüleyici bir şey daha var. Kafanızı kaldırdığınızda gördüğünüz Torre dei Lamberti, Lamberti Kulesi ziyarete açık. Kuleye tırmanıp ya da kolaycılığa kaçıp asansöre binerek kulenin tepesine çıkın ve eşsiz Verona manzarasının tadını çıkarın. Meydandan çıkıp rotayı takip ettiğinizde ince bir işçilik ürünü olan Scaligere ailesinin kabirlerini göreceksiniz.

Lamberti Kulesi'nden Erbe Meydanı ve şehir manzarası
Buradan sonraki adresimiz ise meşhur Casa di Giulietta (Juliet'in Evi). Romeo ve Juliet Shakespeare'in hayal ürünü, kurgusal karakterler olsa da hikâyenin geçtiği Verona'yla öylesine özdeşleşmişler ki insanlar yakıştırmalar yapmaktan geri kalmamış. Şehirdeki bir evi eserdeki balkon sahnesinin geçtiği evle özdeşleştirmişler. Özellikle çiftlerin ve ergenlerin rağbet ettiği bu ev müze olarak tasarlanmış. Meşhur balkonu aşağıdan görebilirsiniz. Bu balkon 1936'da eklenmiş yapıya. Sırf ziyaretçi çekmek için! Evin küçük avlusu her daim ziyaretçilerle tıklım tıklım. İğne atsanız yere düşmeyecek vaziyette. Avlu duvarında artık birbiriyle iç içe geçmiş binlerce mesaj var. Adlarını yazan âşıklar, Juliet'e mesaj bırakan karasevdalılar, deliler gibi fotoğraf çekinen ergenler... Ama evin içine girebilmek için ya bilet almanız ya da Verona Card'a sahip olmanız gerekiyor. Vakit sıkıntınız varsa kart sahibi olsanız da burayı es geçebilirsiniz. Evin tek özelliği tarihî bir Verona yapısı olması. Tekrarlıyorum Romeo ve Juliet'le hiçbir somut bağlantısı yok. Sadece bir yakıştırma. İçeride daha çok hanım ziyaretçileri ilgilendirecek tarihî kadın giyitleri, bazı freskler ve mobilyalar var.

A rotası Leoni Kapısı'yla sonlanıyor. Eskiden bir şehir kapısıyken, günümüzde bir binanın yan cephesini teşkil ediyor bu tarihî kapı. Rota bitmeden önce son durak San Fermo Kilisesi. 11. yüzyıldan kalma, değişik bir mimariye sahip olan bu mabed, aşağı kilise ve yukarı kilise olarak iki kısımdan müteşekkil. Aşağı kilise romanesk, yukarı kilise Gotik biçimde dekore edilmiş. İnce bir ahşap işçiliği örneği teşkil eden tavanı görülmeye değer. Önerilen dört rotadan bağımsız olarak bir de Juliet'in mezarı var. Bu da tabii ki hiç yaşamamış olan Romeo ve Juliet'le aslında hiçbir bağlantısı olmayan yakıştırma bir kabir. Mezarın olduğu yerin yanıbaşında bir de fresk müzesi var. Fazla zengin olduğu söylenemez.

San Fermo Kilisesi
B rotası Castelvecchio'nun önünden başlıyor. 15. yüzyıldan kalma San Bernardino Kilisesi yol üstündeki yapılardan. Gotik bir yapı. Bir sonraki durak ise şehrin en görkemli mabetlerinden San Zeno Bazilikası. Katolik inancına göre her şehrin bir koruyucu azizi vardır. Verona'nın koruyucusu ise işte bu Aziz Zeno. Bazilika onu onurlandırmak için inşa edilmiş. 1117 depreminde buradaki ilk yapı yıkılınca mevcut yapı onun temelleri üzerine yeniden yapılmış. Bu mabetse Romanesk üslupta. İtalya'da bu kadar vakit geçirince kitap karıştırmamış olsanız da kendiliğinizden Romanesk/Gotik ayrımını yapabilmeye başlıyorsunuz! Yapının içindeki freskler ve San Zeno heykeli de turistlerin ilgi gösterdikleri ayrıntılardan. İçeri girişler paralı. Verona Card yine imdadımıza yetişiyor. Bazilikadan çıkınca rotanın tarifi üzerine şehir merkezine Adige Irmağı kıyısında bir gezinti yaparak dönüyoruz.

Aradaki yemek molasını da hesaba katarsak bir gün bu iki rotayı gerçekleştirerek sona eriyor. Yemek için en canlı nokta Arena'nın da içinde bulunduğu Bra Meydanı. Verona ucuz bir şehir sayılmaz. Yemekler de konaklama da biraz yüksek fiyatlarda. Her restoranın dışında açık menü bulunsa da kötü bir sürprizle karşılaşmak istemiyorsanız İtalya'nın tüm büyükşehirlerinde şubesi bulunan zincir restoran Brek'e girebilirsiniz. Çeşitli İtalyan lezzetlerinin yanısıra tatlı ve salata büfe da sunan self-servis bir işletme. Fiyatlar her yerde aynı ve diğer işletmelere oranla daha uygun gibi. İlginçtir, pizza Veronalılar arasında pek rağbet gören bir yemek değil. Verona mutfağında İtalyanların "caballo" dedikleri at etinin ise önemli bir yeri varmış. Denemek istiyordum ama mümkün olmadı. At etinin tadına bakmak konusunda dinî çekinceleri olan okuyucularım için küçük bir not düşeyim: Hıristiyanlıkta bir kısıtlama yok; İslam'da hoş görülmese de yemesi serbest; Musevilikte ise kesinlikle yasak.

Verona'da Konaklamak için yer bulmak ise ekonomik tatil arayanlar için biraz sıkıntılı. Yoğun bir sezonda gittiğimiz ve erken rezervasyon yaptırmadığımız için bütçemize göre yer bulmakta zorlandık. Bu nedenle toplu yatakhanesi ve ortak tuvaleti olan bir Katolik öğrenci yurdunda güçbelâ yer bulduk. İlk kez toplu yatakhanede kaldık ve kesinlikle önermiyorum böyle bir deneyimi. Ödediğimiz para buna rağmen yüksekti. Bu paraya bir başka şehirde bağımsız banyolu çift kişilik bir odayı kolaylıkla tutabilirdik.

Karşı yakadaki yükseltilerden Verona manzarası
Gezimizin ikinci gününe C rotasıyla değil, D rotasıyla başladık. Çünkü D rotası şehrin karşı yakasını yani bizim otelimizin -daha doğrusu koğuşumuzun- bulunduğu bölgeyi kapsıyordu. Doğaldır ki şehir merkezine oranla daha az görecek şey içeriyor ama şehrin bu yakası yükseltili olduğu için Verona'yı tepeden gözlemleme fırsatı buluyorsunuz. Geziye karşı yakanın en önemli yapısı olan kadim Roma tiyatrosuyla başlıyoruz. Arena denen büyük yumurta biçimli amfitiyatroyla karıştırmayın. Bu İ.Ö. 1. yüzyılda yapılmış, Arena'dan daha eski bir yapı. Zaman içinde toprak altında kalmış 1830'larda günyüzüne çıkartılmış. Arena'ya göre daha ufak olmasına rağmen beni Arena'dan çok daha fazla etkiledi. Sırtları taraçalandırılmış. Merdivenleri çıkarak yukarılara tırmanabilirsiniz. Bünyesinde bir de müze bulunduruyor. Arkeoloji Müzesi'nde Verona'nın geçmişten günümüze kalan eserlerini görebilirsiniz. Verona Card'la giriş ücretsiz. Müzeyi es geçmeyin derim.

Verona'nın yokuşları ve Castel di San Pietro
Önerilen rotayı izlerseniz müzenin yanıbaşındaki sokaktan başlayarak tepelere tırmanacaksınız. Burada Castel di San Pietro dedikleri eski bir kışla yapısı var. İçeri girilmiyor, ziyarete kapalı ama buradan muhteşem Verona manzarasını seyre koyulabilirsiniz. Rota üzerinde 3-4 kilise ve Afrika Müzesi bulunuyor. Verona Card bu sonuncusunda geçerli değil.

D rotası bittiğinde başladığımız yere, eski tiyatronun önüne geliyoruz. Burası aynı zamanda C rotasının başlangıç noktası. Birkaç küçük kilisenin yanısıra Verona'nın en önemli dört mabedinden ikisini bu rota sayesinde göreceğiz. İtalyanların Duomo dedikleri, şehrin katedrali bu güzergâhta. Duomo aslında bir yapılar topluluğu. Bizdeki külliyeler gibi. Ortasında revaklarla çevrili bir avlu var. Önce avluya ardından katedrale giriyoruz. Katedral de, taş üstünde taş bırakmayan 1117 depreminin yıktığı bir başka mabedin temelleri üzerine inşa edilmiş. Tavan süslemeleri görmeye değer.  Katedralden sonra ikinci önemli mabet Santa Anastasia Bazilikası. 13. yüzyılın sonlarında yapılmaya başlanmış, inşaatı çok uzun sürmüş ve süslemeleri bitmemiş. Bu nedenle özellikle dışı çok sade bir görünüm arz ediyor. Daha kapısına baktığınızda Gotik dokunun izlerini görüyorsunuz. İçeride ilgi çekici freskler var. Hele bir tanesi var ki hâlâ aklımda. Bu at poposu freskini bulup mutlaka fotoğraflayın!

Güzergâhımızı bitirdikten sonra biraz da kendi başımıza rotalara bağlı kalmaksızın özgürce gezdik. Ara sokaklara saptık. İnsanları gözlemledik. Çok ama çok fazla Türk turist var. Gece dışarı çıkmak istediysek de ertesi gün çok erken kalkıp Vicenza'ya gideceğimiz için otelimize, pardon koğuşumuza dönüp uyumayı tercih ettik.

Hülasa, Verona muhteşem bir şehir. Yalnızca İtalya içinde değerlendirmiyorum. Tüm dünyada görülmesi gereken kentler arasında yer alıyor bence. Arkadaş grubundan ziyade eşle gidip görülmesi gerek. Romantik bir dokusu var. Belki de ben baştan beri Romeo ve Juliet hikâyesinin etkisinde olduğum için böyle düşünüyorum. Ama ister yalnız olun, ister arkadaş grubuyla, isterseniz hayat arkadaşınızla; burayı mutlaka görün!!!  

Bu arada hazır Verona'ya gelmişken Avrupa'nın en büyük ve en çok ziyaret edilen eğlence parklarından Gardaland'ı gezebilirsiniz. Gardaland maceralarımı buradan okuyabilirsiniz.


Daha Büyük Görüntüle